Nabi Kımran
III. Türkiye sosyalizminin politik, sosyo-kültürel kazanımları, ideolojik etkileri
Milliyetçilerin ve mekanik/metafizik “Marksistlerin” sandıklarının aksine Türkiye nev-i şahsına münhasır bir “gezegen” değil dünyada bir ülkedir. Ve Türkiye’de sosyalizmin macerası -kendine özgü bazı çizgileri olsa da- küresel çaptaki süreçlerle genel olarak uyumludur.
1950’lerdeki toplumsal mobilizasyon ve özgürlükçü arayışlar sosyalizmin kitleselleşmesi için mayalanma imkânı ise, 1960’lar uyanış ve somut bir toplumsal/siyasal varlığa dönüşme dönemidir. 1970’ler iç savaş sınırlarında gezinen mücadele ve toplumsal altüst oluş yıllarıdır. 1980’lerin ilk yarısı, büyük geri çekilmeye rağmen yeni kuşakla buluşan geçmişin devrimci birikiminin diri damarının direnme ve derleniş yıllarıdır. İkinci yarısı ise Türkiye tarihinin son kırk yılına damgasını vuran Kürt isyanının patlak vermesi ve Türkiye devrimciliğinin diri kalan güçlerinin yenilginin tozunu silkeleyip yeniden ümitli bir başlangıç yapması ile karakterizedir. Ve bu devrimcilik, emekçi saflarda ne kadar köklenebildiğinden bağımsız, omuz başında gençlik, işçi, memur, gecekondu, Alevi dinamiklerini buldu. Kürdistan devrimciliği ve Türkiye sosyalist-devrimci dinamiği 1991’de sosyalist devletlerin çöküşüne rağmen akıntıya karşı yüzen aykırı bir dinamik olmayı başardılar.
Türkiye devrimciliğinin önemli bölükleri 12 Eylül ve ’91 çöküşünün altında kalarak reformizme-legalizme iltihak ederken (büyük bir tasfiye/cilik dalgasıdır bu), devrimcilikte ısrar edenler savaşıma devam ettiler. Devrimciliği tasfiyeye uğrayan ana kütleye kıyasla nicel olarak sınırlı güçlere sahip olan devrimci yapı/dinamikler, paradoksal olarak, ’90’lı yıllarda Türkiye’de devrim-sosyalizm mücadelesinin hegemonik ve etkin gücü olarak öne çıktılar; bir bakıma nitelik niceliğe baskın geldi.
Keza dünyadaki gidişatın aksine işçi, emekçi hareketi 1989 işçi Bahar Eylemlerinden başlayarak (hepsini saymayalım) 1997’ye dek etkin bir varlık olmayı başardı. İşçi-emekçi hareketleri üzerinde gerek reforme-legalize olan sosyalist kanadın gerekse devrimci yapıların bileşik etkisi bir vakıa idi. Bu bileşik etki (bir ölçüde KESK hariç) işçi hareketiyle organik ilişkiye dönüşemese de; devrimci/direnişçi dinamiğin dönemin mücadelelerine bir şekilde nüfuz eden ideolojik etkilerinin işçi-emekçi hareketine güç, moral, direnç taşıdığı açıktır.
Devrimci ve (tüm kanatlarıyla) sosyalist hareket, gençlik hareketi, Kürt dinamiği, Alevi uyanışı, işçi-emekçi mücadeleleri (ki feminist hareket ve ekoloji mücadeleleri de -Bergama hatırlansın- bu dönemde sahneye çıktı) 80’lerin ikinci yarısından 2000 yılına dek, devrim ve demokrasi güçlerinin yeniden derlenişinin ötesinde 12 Eylül 1980 yenilgisinin kasvetini dağıttı, demokratik özgürlükler alanını fiilen genişletti. Özetle bu dönemin gayet somut, elle tutulur siyasal, toplumsal, ideo-kültürel kazanımları oldu. (Örneğin müzikal alandaki devrimci canlılığın genel bir tasviri için şu yazıya bakılabilir: “Güle Güle Timur Selçuk”/Sendika org./7 Kasım 2020/N. Kımran) Ve tüm bu direnç ve kazanımların merkezinde göle düşen taş ve etrafında gelişen halkalar misali devrimci yapılar/dinamik ve etkileşim halinde olduğu toplumsal hareketler olduğu açıktır.
Sıkça devrimci hareketimizin sorunlarını, açmazlarını tartışıyoruz ve bu gerekli de. Fakat ifrata varan ve devrimci-sosyalist hareketin varlığını, anlamını tümden değersizleştiren sözde “eleştirellik” hiç de hakkaniyetli değil. Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ın (ve elbette ki tüm dünyanın) demokratik, eşitlikçi, insani kazanımlarının temelinde devrimci, sosyalist hareketin -emekçilerle etkileşim halindeki- mücadeleleri vardır; devrimciliğin zaafları bu kazanımların neden daha ileriye götürülemediği, kurtuluşla taçlandırılamadığı bağlamında tartışılmalıdır, yoksa varlığının “anlamsızlığı/gereksizliği” bağlamında değil.
Son 60 yıla bakıldığında bu gerçek apaçık görülecektir. 1960’lardan itibaren mücadeleci sendikaları ileri işçiler ve sosyalistler kurdular. Devrimci gençlik derneklerini de, öğretmen sendikalarını da. Sosyalist basını -binlerce yıllık hapis tehditlerine, onlarca yıl hapis yatan yoldaşlarımızın çileleri pahasına- biz kurduk. (İlhan Erdost hatırlansın.) Sokakları biz özgürleştirdik; caddelerde dökülen kanlarımız pahasına. Sosyalist fikirleri, Kürtlerin varlığını ve eşitliğini parlamento kürsüsüne biz taşıdık; kurşunlanan, öldürülen (Mehmet Sincar), onlarca yıl hapis yatan vekillerimiz pahasına. Devam edelim mi? Gerek var mı? Bize hiç bir şey burjuvazi tarafından bahşedilmedi; toplumsal-siyasal planda kazanılan her şeyde kanımız, terimiz vardır! Bu hakikati “görmeden” yapılan tartışmalarının “şakülü kaymıştır”!
Ve tüm bu mücadele, kazanım, zaaf, gelgitler 2000’ler başında köklü bir kırıma uğradı, 20 yıldır, bilhassa son sekiz yıldır bambaşka bir politik, ideo-kültürel iklimde yaşıyoruz.
IV. 2001-2023: Yenilgi, tasfiye/cilik, gericilik yılları…
“(1990’larda) Mekanizma kısaca şöyle işliyordu: IMF destekli bir istikrar programını uygulamaya girişen iktidarın toplumsal desteği kısa sürede geriler ve güçlü toplumsal muhalefet, kurumsal muhalefeti -deyim yerindeyse- önüne katarak iktidarı erken seçimlere zorlar. Dolayısıyla bir istikrar programının uygulanmasını iktidarlar açısından ‘açmaz’ haline getiren, toplumsal ve kurumsal muhalefettir. Geçtiğimiz 20 yıl (2003-23) önce ilkinin (toplumsal/devrimci muhalefet-bn) tasfiye edildiği ve baskılandığı, ardından da ikincisinin (muhalif burjuva partiler-bn.) içerildiği bir süreç yaşanmıştır. Bu nedenle iktidar, bir istikrar programını uygulamakta artık daha cesur hareket edebilmektedir. (…) Demek ki, günümüzde iktidarla bütünleşmiş bir (burjuva-bn.) muhalefet varsa, bunun gerisinde toplumsal muhalefetin baskılanması ve tasfiyesi yatmaktadır. Otoriterleşme başlığında yapılan tartışmanın özü, toplumsal muhalefetin (ve devrimci sosyalizmin -bn) tasfiyesidir.” (Ümit Akçay-Gazete Duvar/ 28 Eylül 2023)
“1999 yılında sendikalaşma oranı yüzde 69,30 iken (…) 2023 yılında ise yüzde 14,76’ya kadar düştü.” (Esfender Korkmaz / AB Türkiye’de İşçi Haklarını Savundu/Yeniçağ Gazetesi/20. 02. ‘23)
Son 30-40 yılın 2000’ler başını kırılma eşiği olarak ele alan iki dönem halinde kıyaslanmasıdır yukarıdaki satırlar. Değerli akademisyen Akçay, yoruma yer bırakmayacak açıklıkla resmediyor durumu. Ve işçi hareketinin yıkımına “ağıt yakmak” AB raporundan alıntıladığı verileri (Yeniçağ gazetesinde!) yorumlayan devletlu iktisatçı E. Korkmaz’a kalıyor…
Peki ne oldu bu “eşikte”?
Bush’un 2000’ler başında söylediği “Ortadoğu’da belki 50 yıl sürecek savaşlar silsilesinin başlayacağına” dair “öngörüsü”, “Medeniyetler Çatışması” teziyle yeni paylaşım savaşlarının mekanının saptanması, ideolojik zemininin döşenmesi; Türkiye’de PKK ve devrimci hareketin ağır saldırılarla geriletilmesi, 1990’lardaki müesses partiler düzeninin çöküşü, Erdoğan’a “yürü ya kulum” diyen şartların bir araya gelmesi vb. Tüm bu dışsal faktörleri bir yana koyalım. Başka bir şey daha oldu: Türkiye devrimciliğinin 1980-2000 aralığında biriktirdiği kadro kuşağı -büyük oranda- hapishane operasyonları ve Ölüm Oruçları’nda fiziken tasfiye oldu. Yüzlerce devrimci toprağa düştü ya da sakat kaldı. Ağır hayâl kırıklığıyla belki binli rakamlarla ifade edilebilecek kadro ve taraftar örgütlerden ayrıldı. Güven kaybı kadroların ötesinde, ailelerden başlayarak devrimci hareketi kuşatan toplumsal sempati halesini dağıttı.
1980 yenilgisi ve 1991 yıkımına rağmen 20 yılda biriken kadro kuşağı hiç de önemsiz bir şey değildir ve nicel olarak örneğin 68 kuşağının kayıplarından çok daha büyük bir yeküne tekabül eder. Ve bu çapta bir nicelik kaybının niteliksel bir erozyona yol açması da kaçınılmazdır.
ÖO’na giren, toprağa düşen, sakatlanan ve hatta başlama irade-kararlığına sahip olduğu halde yenilenlerin yürüttüğü mücadele değildir burada tartışılan; bu bir savaş olduğuna göre, savaşı yöneten aklı sorgulamaktır muharebenin (nesnel ve uzun erimli) bilançosundan hareketle. Sınanmadıkları günahın “masumu” olanların meseleyi sıkıştırdıkları alanın ötesine geçerek (evet bu yeterince tartışıldı, lanetlenenler lanetlendi; peki bu günah keçileri her şeyi temize çekmeye yeter mi?) önderlik/akıl gerçekliğini artık kaçamayacakları bir muhasebeye davet etmektir.
Öte yandan fiziki kırımla sonuçlanan bu tasfiye ne bir ana hapsedilebilir ne de bir eyleme-eylem biçimine. Bizim devrimci hareketimizin meziyetleriyle açmazları hep koyun koyuna olageldi. Meziyetleri sayesinde onca kazanım elde edildi; ve fakat -dışsal faktörlerin ötesinde- salt kendi yetmezliklerinden kaynaklanan zayıflıkları da tıpkı 12 Eylül eşiğinde olduğu gibi 2000’ler eşiğinde de yıkımı, tasfiyeyi koşulladı. Bir “an”dan, bir eylemden değil, tüm süreçlere nüfuz etmiş (neredeyse yapısallaşan) bir zaafın kritik 2000-2001 eşiğinde yol açtığı telafisi zor kayıplardan söz ettiğimiz açıktır.
Tasfiye ve tasfiyecilik ikiz kavramlar fakat aralarında fark var. Tasfiyeyi ellerindeki şiddet vd. bütün imkanları kullanarak devletler yapar. Tasfiyecilik ise çeşitli sınıfsal, ideolojik, teorik kaynaklardan beslenerek anın gereği olan devrimci görevlerden uzaklaşmak, verili durumla uzlaşmak, idare-i maslahatı “yol eylemek” ve giderek bu transformasyonu teorize etmektir. Türkiye’de 2000’ler başında devlet, devrimci harekete fiziki tasfiyeyi dayattı; tasfiyecilik ise bu fiziki tasfiyenin türevi-devamı olarak tedricen arkadan geldi.
2002-2015 aralığı bir geçiş dönemidir bu bakımdan; 2015-23 süreci ise yıkım…
2000’li yılların başından itibaren önce emekçilerle temas alanlarında, fabrikalarda, gecekondularda, dairelerde, okullarda seyrelmeye başladı devrimciler. Dergi-parti büroları, İstiklal-Kadıköy bölgeleri eski/asli mekânların yerini almaya başladı. Korsanlar, kenarından kese kağıdına sarılmış patatesler/şampuan kutuları sallanan “fünyeli” pankartlar, Orak-Çekiç’li, örgüt imzalı kuşlamalar çıktı hayatımızdan, malum mekânlardaki basın açıklamaları aldı yerlerini. Ezcümle devrimci-sosyalist hareket/usuller ve etki alanı önceki döneme kıyasla dramatik şekilde daraldı. Daralan hareketin bünyesinde eski devrimci yapılar yerine legal partiler hegemonik hale gelmeye başladı. Ve toplam olarak sosyalist saha günün devrimci görevlerinden uzaklaşarak pratikte legalize oldu. (Bu konuda bir “devlet aklından” bahsedilecekse, devrimci örgüt ve usullerin etrafına “ateşten bir çember” çizen devlet, legalize olmuş, ehlileşmiş çıkış kapısını açık bıraktı. Sosyalizmi bu topraklardan söküp atamayacaklarını biliyorlar; öyleyse bu ehlileşmiş bir sosyalizm olmalıdır: Devletin davranış çizgisi üzerinden devrimci hareketle kurduğu “zımni diyaloğun” “dediği” budur.) Ve bu “legalize” pratik keskin bir söylemle örtülemeyecek kadar sırıtıyor artık.
Bu dönemi bir bakıma “Radikal iki” sembolizmiyle kodlayabiliriz. Radikal iki’de değerli yazılar yayınlandı, hemfikir olunmasa bile bilgilendirici ya da tartışma açmaya elverişli bir mecra idi. Fakat bu sol liberal rüya Türkiye’nin sert ikliminde yaşayamazdı… Asıl mesele devrimcilerin teorik olarak hiç ihtimal vermedikleri halde, pratikte sanki böyle bir rüya mümkünmüşçesine yaşamaları ve konumlanmalarıdır bu dönemde. (“Legalize olma” bu bağlamda ele alınmalıdır, salt legal partilerde değil.)
Genelleme-soyutlama-kavramlaştırmalar insafsızdır biraz, her zaman bazı şeyleri dışta bırakırlar doğaları gereği. Fakat onlarsız yapamayız. “Legalize olma” kavramlaştırması da bu dönemde başka bir şeyin olmadığını değil, döneme/bilançoya neyin damgasını vurduğunu açıklar. Ve salt legal partiler olgusuna daraltılamaz. 2000’ler başındaki fiziki tasfiyenin açtığı kapıdan girerek bazıları gönüllü olarak “legalize oldular”. Devrimci cenah ise hem devletin tasfiye dayatmasını engelleyecek bir akıl-maharet geliştiremediğinden hem de yeni dönemde etkili bir devrimciliği nasıl inşa edeceğine dair neredeyse hiçbir fikri olmadığından başarısızlığı tescilli kireçlenmiş ezberini tekrar etti. Önceki dönemde -kendini yıkıma sürükleyecek zaaflarla malul olsa da- etkili olan bu ezber, yeni dönemde neredeyse ıskartaya çıktı: Toplumsal-siyasal pratiğin nesnel sonuçlarının dediği budur. Geriye idare-i maslahat kaldı, o da 2015 yılının keskin dönemecinde duvara çarparak paramparça oldu.
Şimdi artık Agrobay patronu Arzu Şentürk’ün dehşet verici sözleriyle, “işçi zaten bu ülkede bir sıfır önde başlıyor” çağında yaşıyoruz… Türkiye’nin son 60 yılında böyle bir cümle ya hiç kurulamamıştır ya da bunu söyleyene yedirilmiştir ağzından çıkanlar. 12 Eylül sonrasında TİSK Başkanı Halit Narin’in (“20 yıldır işçiler güldü biz ağladık, şimdi gülme sırası bizde”) sözleri, A. Şentürk’ün cümlesiyle -aynı ipe dizilmiş de olsa- kıyas kabul etmez. Narin, bi tarafını darbecilere yaslayarak kendisini korkudan titreten rakibine futbol tabiriyle “nasıl geçirdik” demektedir. İşçinin değersizleştirilmesi değil, “maçı alma” çiğ sevincidir bu. Şentürk ise ayda 7.500 tl ile geçinen emek(liyi)çiyi görülmemiş derecede aşağılamaktır. Mümkün olsa işçiyi prize takıp emek maliyetini elektrik masrafına indirgeme arzusunu dillendirir. Bu hanımefendinin evindeki akvaryum balıklarının işçilerinden çok daha değerli olduğu açıktır. Dünyayı paylaştığımız hayvan dostlarımızın değer görmesinde bir terslik yok; peki ya dünyayı paylaştığımız işçilerin, emekçilerin değeri nicedir?..
Geldiğimiz yer burasıdır.
Son on yılı ele alırken Gezi ve Kobani süreçlerini atlamak olmaz, değinip noktalayalım yazıyı.
Kobanê zaferi ve K. Kürdistan’da bağlı olarak gelişen 6-7 Ekim 2014 serhildanları, 2015’teki özyönetim direnişleri, yükseliş ve düşüşü içeren bir eğri çizer. Yükselişin ardından özyönetim direnişlerinde binlerce PKK’linin yaşamını yitirmesi, devamla kayyumlar ve parti eş başkanları dahil onlarca vekilin hapsedilmesi esaslı kadro kayıplarıyla sonuçlandı; KÖH gibi halklaşmış bir hareketi bile zorlayacak oranda ağır bir dönemdir yaşanan. Toplumsal-siyasal süreçlerin dinamiği burada da işledi: Ağır kadro kayıplarını/tasfiyeyi, ideolojik tasfiye(cilik) değil ama esaslı bir demoralizasyon izledi.
Gezi’ye gelince. Erdoğan, son mahkeme kararları ile Gezi’nin “mezar taşını” diktiğini düşünüyor. Gezi büyük bir isyandır, toplumsal bellekteki birikimi “reenkarnasyona” gayet müsaittir, hatırlatıp geçelim. Fakat Gezi’nin “mezar taşı” ile 12 Eylül yenilgisini belirli ve sınırlı bir açıdan kıyaslamak çok öğreticidir.
Bakın 12 Eylül’ün ardından generallere yazdığı mektupta Vehbi Koç ne diyor:
“…Bazı sendikaların Türk Devleti’ni ve ekonomisini yıkmak için bugüne kadar yaptıkları aşırı hareketler göz önünde bulundurulmalıdır. DİSK’in kapatılmış olmasından dolayı bir kısım işçiler, sendikal münasebetler yönünden bekleyiş içindedirler. Militan sendikacılar bu işçileri tahrik etmek ve faaliyeti devam eden sendikaların yönetim kadrolarına sızarak kendi davalarını devam ettirmek niyetindedirler. Bu durum bilinmeli, hazırlanacak kanunlarda gerekli tedbirler alınmalıdır…” (bkz. Agrobay İşçileri ve Patron / Artı Gerçek / 27 09 2023 / Akın Olgun)
12 Eylül’deki açık zaferlerine rağmen devrimci sosyalizmin heyulası hâlâ uykularını kaçır maktadır patronların. Oysa Esfender Korkmaz’ın verdiği rakamlara göre 2023 itibarıyla bırakalım korkulacak olanını ortada sendika kalmamış durumda! (Yüz akımız olan direnişçi sendikal odakları tenzih ederiz.) Keza 12 Eylül’ün ardından H. Narin’in korkuyla karışık sevincini yansıtan sözlerine kıyasla Agrobay patronu Şentürk’ün dedikleri ağır bir aşağılamayı/hiçleştirmeyi dillendirir: İşçilerin, son dönemdeki tüm direnişlerde haysiyet kavramını öne çıkarmaları tam da bu farkındalığın işaretidir.
Farklı ölçek ve bağlamları kıyasladığımızın farkındalığıyla, 12 Eylül yenilgisi ve Gezi’nin tedrici olarak geri çekilmesi arasındaki farklar da çarpıcıdır. Eylül, çarpıcı, kesin ve keskin bir yenilgidir, bugüne dek hep bunu öne çıkardık. Fakat başka bir şey daha var: Ardında bıraktığı devrimci bakiye, yenilginin en koyu günlerinde bile egemenleri tedirgin etmektedir ve haklı olduklarını Eylül sonrası 20 yıl gösterdi. Erdoğan, Gezi sonrası bir süre Gezi korkusuyla yaşadı, doğru. Fakat son seçim zaferinden sonra korkularını yendi ve mahkeme kararlarıyla Gezi’nin mezar taşını dikti. 12 Eylül’de yenilginin ardından direniş çiçeklenmeye başladı ve zamanla etkili de oldu. Gezi, geçen on yılda 12 Eylül sonrası olduğu gibi dirençli ve etkili bir mücadele geleneği/damarı bırakamadı ardında.
“Neden” sorusunun yanıtı devrimci sosyalizm kavramında düğümleniyor. Eylül sonrası, evet bin türlü açmazla maluldü; fakat dönemin esin kaynağı, yönlendirici dinamiği, ideolojik omurgası devrimci sosyalizm idi, bu yüzden dirençli, dayanıklı, kalıcı ve etkili mücadeleler bıraktı ardında. Gezi, dünyadaki benzerleri gibi “şartlara isyandı”, özgürlükçü, yaratıcı idi, bünyesinde sosyalistler vardı, Türkiye ve Kürdistan’ın sol/sosyalist birikimlerinden etkilendi. Fakat Gezi’ye damgasını vuran hegemonik ideoloji/etki (ya da esinlenme) devrimci sosyalizm değildi. Devrimci sosyalizm kapitalist uygarlığın en radikal eleştirisidir; esinlediği hareketlerin direnci, kararlılığı, dayanıklılığı da bu özelliğin izlerini taşır. Bu olmadığında son on yılda dünyanın 44 ülkesinde görüldüğü üzere isyanlar parlayıp söner, Gezi’de olan da budur. Sonuç olarak sosyalizmin (tüm boyutlarıyla) tasfiye edildiği, etkisizleştiği bir dünyanın omurgası, yaşama sevinci kırılır: Şimdi bu “iklimde” yaşıyoruz. Yeryüzünü kaplayan isyan dalgaları böylesi bir iklimde bereketle çağıldayacakları nehir yataklarını arıyor sancılar içinde.
Yazının leitmotifi ile noktalayalım: Sosyalizmin maddi varlığı (parti, sendika, toplumsal hareketler vb.) ile ideolojik hegemonyası arasında kopmaz bir bağ vardır. Maddi varlığın tasfiyesi ideolojik tasfiyenin, giderek devrimci saflara sızan (şu veya bu görünümdeki) tasfiyeciliğin de temelidir. Ve bu tasfiyeden geriye çığırından çıkmış bir dünya kaldı…
44 ülkede isyanlar patlak verdi son on yılda. Öte yanda yeniden paylaşım savaşları, büyük göç dalgaları, iklim krizi, yükselen faşist hareketler dünyanın “yeni normali” oldu. Bir alacakaranlık kuşağında yaşıyoruz; bunun akşamın mı, şafağın mı alacakaranlığı olacağını mücadele tayin edecek. Son sınıflı toplum olan kapitalizmin yıkımına karşılık komünist sınıfsız toplum ideali bu kavgada temel dayanağımız, eylemimizin kalkış noktasıdır. Bu ideali hem geçmişin devrimci birikimlerine hem geçmiş hatalarımızın acımasız eleştirisine dayanarak yükseltmek; sosyalizmi maddi ve ideolojik planda etkili bir güç olarak ayağa kaldırmak dışında çıkış yolu yoktur.
İnsanlık bir kez daha ya barbarlık ya sosyalizm dilemmasıyla yüz yüzedir!