Tarihsel ya da güncel süreç ve olaylara yaklaşımda Marksizm-Leninizm’in ‘sınıf tavrı’ olarak tanımladığı yaklaşım, ‘düşünerek’ yaptığınız çözümlemelerden de önce verdiğiniz ilk tepkide somutlanır. Söz konusu olay ya da olguya neleri baz alarak nasıl yaklaşmaktasınızdır? Yaptığınız değerlendirme ve tepkilerinizle uzlaşmaz sınıf düşmanlarınızın yaklaşımları arasındaki sınır çizgileri belirgin ve açık mıdır? O ana kadar diliniz ne söylerse söylesin gerçekte nerede durduğunuz, iddialarınızı ne kadar içselleştirip davranışlarınıza ne ölçüde yön verdiği bu reflekste kendini gösterir.
Örneğin bir burjuva ya da küçük burjuva liberal, militan bir eyleme hatta devrimlere bakarken bile gerçekleşenin tarihsel-siyasal anlamından da önce onun gerçekleşmesi sırasında tanık olunan “aşırılıklara” kafayı takar. Her şeyi bunlara indirger ve onu bu odaktan yargılar. Fransız Devrimi’nde önce -hatta sadece- giyotini görür. Ekim Devrimi söz konusuysa Çar ve ailesinin -hemofili hastası çocukları dahil- apar topar kurşuna dizilmelerinden başlar açıkça ya da içten içe “tarihin olağan akışına zorbaca müdahale” olarak gördüğü bu muazzam tarihsel eylemi Lenin döneminde başlayan “aşırılıklar” odağından yargılar.
Tarihçi Edward Hallett Carr, Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılı öncesi kendisiyle yapılan bir söyleşide şunu söyler:
“Bugün devrimin olumsuz sonuçları üzerinde durmaya pek gerek yok. Yıllardan beri –özellikle de son birkaç aydan beri– çeşitli kitaplarda, gazetelerde, radyo ve televizyonlarda bu noktalara değinmek zaten bir takıntı halini aldı. Tehlikenin yattığı yer, bizim devrimin sicilindeki korkunç lekelerin, yol açtığı insan kayıplarının, onun adına işlenmiş olan suçların üstünü örtecek olmamızda değil. Tehlike, bizim devrimi tümüyle unutma ve onun muazzam başarılarını sessizlikle geçiştirme düşüncesini cazip bulmamızdadır.”
Carr’ın sözünü ettiği “tehlike”, şu günlerde karşımıza başını Hamas’ın çektiği Filistin Direnişi’nin İsrail siyonizmine unutulmaz bir moral, askeri ve siyasi darbe indirdiği Aksa Tufanı harekâtına yaklaşım sırasında çıktı.
Siyasi yaşamları boyunca burunlarından ötesine görememekle kalmayıp “Yetmez ama evet”çilikten 14 Mayıs 2023 seçimleri öncesi gözü kapalı Kılıçdaroğlu destekçiliğine, düne kadar yere göğe sığdıramadıkları Meral Akşener hayranlığından tutalım Süleyman Soylu’yla “her türlü terörü” mahkum etme yarışına çıkmaya kadar utanç sayfalarıyla dolu bir siyasi sicile sahip liberallerin, Filistin Direnişi’nin bu tarihsel silkinişini “kabul edilemez terör eylemi” tepkisiyle karşılamalarında şaşırtıcı bir yan yok. Fakat kendisi de sık sık bu tür suçlamaların hedefi olan Kürt özgürlük hareketi başta olmak üzere devrimcilik iddiasında olan kimilerinin Filistin halkının biriken öfkesine ve isyanına tercüman olan Aksa Tufanı harekâtında sadece ölü kadın bedeninin teşhiri ve rehinelere kötü muamele gibi kabul edilemez tutumları görmelerini insanın aklı gerçekten almıyor.
Fiilen İsrail yandaşlığının bahaneleri
Liberalinden sosyalistine, fanatik Kemalistinden Kürt yurtseverine kadar ‘ilginç’ bir yelpaze ortaya çıktı bu konuda. Yaklaşımlarına yön veren parametre kör -ve yüzeysel- bir Sünni İslam karşıtlığı. Bunlarınki kaba materyalist diyebileceğiniz genel bir ‘din düşmanlığı’ da değil. “Sevgi dini” olarak pazarlanan Budizm dahil bütün dinlerin fanatiklerinin kendileri dışındakilere karşı yaklaşım ve pratikleri hakkında bilgi sahibi oldukları söylenemez. Dinci gericilikten sadece siyasal İslamı anlıyorlar, akıllarına da IŞİD, El Kaide, Taliban vs. geliyor.
İkinci olarak dünyaya sadece Türkiye odağından bakıyorlar. Filistin sorunu ve direnişinin nedeni ve tarihsel gelişim seyri konusunda cehalet paçalarından akıyor. Konuya ilişkin güncel gelişmelere dair bilgi ve algıları da kırık-dökük ve sığ. İki saat içinde beş binin üzerinde roket fırlatarak İsrail’in “delinemez” diye güvendiği hava savunma sistemini (“Demir Kubbe”) felç eden bir askeri harekâtın arkasında kimbilir kaç yıllık (ve ustaca) bir hazırlık olabileceğini düşünmek akıllarına gelmiyor örneğin; onun yerine, büyük stratejist pozları takınarak bu işin içinde bile “Ortadoğu’yu karıştırarak Rojava’yı işgal ortamı yaratmak isteyen” Tayyip Erdoğan rejiminin parmağını arıyorlar.
İsrail’in boğucu baskı ve terörü yanında içten içe çürüyerek tükenişin eşiğine gelmiş olan Filistin Direnişi’nin bu ‘beklenmedik’ silkinişi, zamanlama bakımından manidar olmasına manidar ama bu mânâ, Türkiye ve Tayyip Erdoğan’dan başka ‘kuş’ tanımayanların iddia ettikleri gibi Erdoğan rejimiyle Hamas arasındaki ideolojik yakınlık ve hamilik ilişkilerinin devreye girdiği bir kışkırtmadan kaynaklanmıyor. “Neden şimdi” sorusunun yanıtı -onlarca yıldır yaşananların yarattığı tarihsel acı ve öfke birikimi temelinde- “Filistin sorunu”nu Siyonizm lehine bitirecek mengenenin kapanmak üzere oluşunda aranmalı.
Bu mengenenin bir tarafını Netanyahu ve fanatik dinci siyonist ortaklarının Filistin’i Filistinsizleştirme amacını taşıyan ‘yerleşim (işgal)’ politikalarını pervasızca tırmandırmaları oluştururken diğer tarafını da gerici Arap rejimlerini İsrail arabasına bağlayan ABD patentli Abraham Anlaşmaları zincirinin kapanmak üzere oluşu oluşturuyor. Gerici Arap rejimlerinin Filistin sorununa ilişkin artık hiçbir yükümlülük duymadıklarının resmen ilânı anlamına gelen Abraham Anlaşmalarını bugüne kadar Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Fas ve Sudan imzalamışlardı. Mısır ve Ürdün zaten çok daha öncesinden İsrail’le açık ilişki kurmuştu. Eksik halka olarak geriye asıl Suudi Arabistan kalmıştı. Filistin mücadelesini hiçbir zaman içten sahiplenmemiş ama görünümü kurtarmak için özellikle mali ve siyasi açıdan desteği önemli olan bu gerici rejimin de katılmasıyla Filistin’i Arap dünyasında da yalnızlaştırma operasyonu tamamlanacaktı. Aksa Tufanı bu ihanet zincirinin kapanmasını önledi, en azından belirgin bir süreliğine erteledi. Ödenmekte olan bedelin bütün ağırlığına karşın bu sonuç Aksa Tufanı’nın şimdiden elde ettiği siyasi başarılardan biridir.
Hamas’ın İsrail’in himaye ve desteğiyle kurulmuş İslamcı bir örgüt olması, ucuz komplo teorilerine düşkün ‘bit yeniği arayıcıları’nın sarıldıkları bir başka bahane. Buradan yürüyenlerin “derin” tahlillerine inanacak olursak, bu hamlenin arkasında “Ortadoğu’yu dümdüz edip hem İran’ı iyice köşeye sıkıştırmayı hem de Çin’i bölgeden geri püskürtmeyi hedefleyen” İsrail ve ABD ikilisi var aslında. İplerini zaten ellerinde tuttukları Hamas’ın hazırlıklarını bu nedenle bilerek görmezden geldiklerini hatta -tıpkı 11 Eylül gibi- onu buna yönlendirdiklerini iddia ediyorlar. Zaman tünelinde donup kalmış bu mekanik ve indirgemeci tarih ve siyaset okumasını neresinden tutup nesini düzelteceğini şaşırıyor insan.
Hamas’ın önünü 1990’ların başında FKÖ öncülüğünde gelişen İntifada dalgalarını zayıflatmak amacıyla İsrail iç istihbarat örgütü Şin Bet’in açtığı doğru. Hamas’ın kurucusu olarak bilinen Şeyh Yasin’i tutuklu olduğu cezaevinden salarak faaliyetlerine uzun yıllar göz yumdukları da bilinen bir “sır”. Fakat ilerleyen yıllarda İsrail açısından da “besle kargayı…” sonucunu doğuran değişim ve onun nedenlerine dair tek bir fikir kırıntısı yok bu tarih okumasında. Filistin toplumunun geçirdiği değişim, Oslo Anlaşması’nın pratikte iflasının ardından yaşanan hayal kırıklığı ve tepkilerin büyüklüğü, yoksullaşma, umutsuzluk ve çaresizliğin had safhaya varması, bu arada FKÖ kadrolarında 1970’lerin ikinci yarısından itibaren gözle görülür hale gelen yozlaşma ve çürümenin had safhaya çıkışı, FKÖ içindeki iktidar çekişmelerinin Arafat’ı zehirleme noktasına kadar varışı ve tabii ki Ortadoğu ve dünyadaki dengelerin geçirdiği değişim Hamas’ı sanki hiç etkilememiş!!! Kurulduğunda ne ise bugün de o!
Hamas’ın İslamcı gerici karakteri kuşkusuz değişmedi. Gazze’de iktidarlaşmak FKÖ gibi onun da yozlaşma sürecini hızlandırdı. Bu arada -en azından yöneticilerinden bazılarının- İsrail’le ilişkilerinin sürmediği iddia edilemez. Hamas’a dair başka daha çok şey söylenebilir ama bütün bunlar Aksa Tufanı hamlesini düz bir çizgi halinde İsrail istihbaratı ve ABD’ye bağlayan mekanik bir bağlantıyı haklı çıkarmaz. Tarihi ve tarihi olayları bu kafayla okuyacak olursak o zaman örneğin 1917’nin en civcivli günlerinde Lenin’in Rusya’ya bir Alman treniyle gelmesinden hareketle Lenin’i “Alman ajanı” olarak gören tarih okumalarını da pekâla “anlaşılır” bulabiliriz.
Bu bir Filistin-İsrail savaşıdır
Siyonist ve emperyalist propaganda, Siyonist saldırganlığın karizmasını fena halde çizen son hamleyi ısrarla Hamas ve İslami Cihad’ın dinsel nedenlerle kalkıştığı gerici bir eylem olarak gösterme çabasında. Sorunun özünü ve nedenlerini perdeleme çabasından kaynaklanan bu propaganda, dünya kamuoyundaki ‘İslami terör’ korkusu ve tepkilerine hitap ederek Filistin Direnişi’ni ve Aksa Tufanı’nı lekeleyip gözden düşürmeyi hedefliyor. Emperyalist-siyonist psikolojik savaşın bu taktiğinin tutmadığı söylenemez. Bunu, Türkiye’deki andığımız cephenin genişliğinden de görebiliriz.
Yalnız şunu da belirtelim: Her kim son hamleyi ve arkasından yaşananları bu odaktan okursa, sadece ezenlerin çıplak vahşet boyutları kazanan şiddetini meşrulaştırmakla kalmaz, nesnel olarak Siyonist propaganda mekanizmasına eklemlenmiş olur. Zafer Partisi denilen azgın Kürt ve göçmen düşmanı güruh ve Kemalist lâikçiler başta olmak üzere bazılarında bu eklemlenme bilinçli ve açık bir tercih zaten. Onlara göre İsrail Ortadoğu’daki nadir seküler ülkelerden biridir (Böyleleri, Netanyahu’nun öncekiler dahil özellikle de son koalisyon ortaklarının ideolojik kimliğinin ya farkında değiller ya da ezberledikleri İsrail algısı -ve tabii geleneksel Arap düşmanlığı- nedeniyle bu gerçek umurlarında değil.) Geçmişte zaten Osmanlı’ya da ihanet etmiş olan Araplar ise gerici, ilkel, pis, tembel, asalak vb. vb. bir topluluktur. Dolayısıyla İsrail’in onlarca yıldır yaptığı zulüm dahil başlarına gelen her şeyi hak etmişlerdir!..
Öte yandan Aksa Tufanı hamlesi sadece Hamas ve İslami Cihad’ın eylemi değildir. 2006’dan beri iktidar olduğu Gazze Şeridi’ndeki gücü ve olanaklarının fazlalığı nedeniyle omurgasını Hamas oluştursa da aralarında FHKC’nin de bulunduğu 14 Filistinli örgütün ortak operasyonudur. Başka bir anlatımla, tanık olduğumuz yeni bir Filistin-İsrail savaşıdır. Bu bağlamda, 1948’den beri süreklilik kazanmış çatışma ve savaşlar zincirine eklenen son halkadır. Son nefesini vermenin eşiğinde olduğu düşünülen Filistin direnişinin birleşik bir güç olarak silkinişinin çarpıcı bir ifadesidir. Nitekim İsrail savaş makinesinin, ilk şaşkınlığı atlatmasının ardından Gazze Şeridi’nde giriştiği nokta suikast eylemlerinde Hamas’ın siyasi ve askeri yöneticileri yanında FHKC yöneticilerini de hedef alarak infaz etmesi sebepsiz değil.
Kimin kazanıp kimlerin kaybettiğini önümüzdeki süreçte göreceğiz
Üstelik bu silkiniş İsrail devletinin mayasını oluşturan Siyonist saldırganlığın karizmasını, İsrail devletinin kuruluşundan bu yana geçen 75 yıl zarfında 1973’teki Yom Kippur Savaşı dışında hiçbir Arap devleti ve ordusunun başaramadığı çarpıcılıkta çizmiştir. Bu sadece bir askeri başarı değil, ondan da önce İsrail’in “yenilmezlik” mitini yenilgiye uğratan ideolojik ve siyasi bir zaferdir. Siyonizmin kopardığı demagojik yaygara ve arkasından giriştiği ölçü sınır tanımaz misilleme eylemlerinin tozu dumanı arasında kaybolmuş gibi görünüyor ama bu ideolojik-siyasi zaferin asıl sonuçları önümüzdeki süreçte görülecektir.
Bu noktada sözü, İsrail’in namuslu demokratlarından Gideon Levy’e bırakmak belki daha iyi olur. Siyonist saldırganlığın kudurma raddelerine vardığı günlerde Haaretz gazetesi için kaleme aldığı makalesinde “Şimdi hem İsrailli kurbanlar için hem de Gazze için acı acı ağlamalıyız. Tek bir gün bile özgürlüğü tatmamış olan Gazze için; nüfusunun çoğu İsrail’in sürdüğü mültecilerden oluşan Gazze için ağlamalıyız…” mesajını verme cesaretini gösteren Levy’nin şu metaforu bile arif olana çok şey anlatıyor:
“Cumartesi günü (Aksa Tufanı harekatının başladığı 7 Ekim’i kastediyor -nba) duman atan yaşlı Filistin buldozeri dünyanın en akıllı bariyerini delip geçerken, İsrail’in kibrini ve rehavetini de parçalamıştır. Aynı zamanda Gazze’ye ara sıra intihar uçaklarıyla saldırmanın (ve bu uçakları dünyanın yarısına satmanın) güvenliği sağlamak için yeterli olduğu fikrini de paramparça etmiş oldu”
Gideon Levy’nin aynı yazısından aktaracağımız aşağıdaki satırlar, Kürtler (ve Araplar ve göçmenler) söz konusu olduğunda nasıl düşmanca bir tutum aldıklarını iyi bildiğimiz ilkesiz ve ikiyüzlü hümanist çığırtkanlara kâr etmeyecek olsa da cahil cesaretiyle ahkâm kesen düşünce tembellerini belki düşünmeye sevk eder:
“Tüm bunların arkasında İsrail kibri yatıyor: İstediğimiz her şeyi yapabiliriz, yaptığımız şeylerin bedelini ise asla ödemeyiz ya da cezalandırılmayız diye düşünüyoruz. Sanki istediğimiz her şeyi yaparız da, hiç rahatsız edilmeden hayatlarımıza devam ederiz diye düşünüyoruz. (…)
Masum insanlara ateş edeceğiz, insanların gözlerini çıkaracağız ve yüzlerini parçalayacağız, onları kovacağız, süreceğiz, el koyacağız, soyacağız, insanları yataklarından kaldıracağız, etnik temizlik yapacağız ve tabii ki Gazze Şeridi’ne yönelik inanılmaz kuşatmayı sürdüreceğiz ve her şey yoluna girecek öyle mi?”
O çok güvendiği istihbarat servislerinin, “delinmez” böbürlenmesiyle arkasına sığındığı hava savunma sistemlerinin, “baş edilmez” olarak pazarladığı ordusunun her şey olmadığını gören İsrail devleti bundan ders alacak mı? İsrailli bütün demokratlar gibi Levy de bu soruya “hayır” yanıtını veriyor:
“ Cumartesi günü İsrail daha önce hiç görmediği olaylara şahit oldu. Şehirlerinde devriye gezen Filistin araçları, Gazze kapılarından giren bisikletliler… Bu olaylar kibri yerle bir etmektedir. Gazze’deki Filistinliler bir anlık özgürlük için her türlü bedeli ödemeye hazır olduklarına karar vermiştir. Peki, bu konuda gerçekten bir umutları var mı? Hayır… Peki, İsrail dersini alacak mı? Yine, hayır.”
Fakat bizzat Levy gibilerin varlığı, “Filistinlilere yaklaşım ve onlarla ilişkinin böyle gitmeyeceği” düşüncesi ve yöneliminin bu deneyimden sonra İsrail toplumunda da canlanıp güç kazanacağı beklemenin hayal olmadığını gösteriyor (İsrail Komünist Partisi (MAKİ) ile sol partilerin oluşturduğu Barış ve Eşitlik için Demokratik Cephe (HADASH)’ın yaşananlardan “aşırı sağcı Netanyahu hükümetinin canice işgal politikasının” sorumlu olduğunu dile getiren ortak açıklamaları da bu umudu güçlendiren işaretlerdendir.) Gerçi Netanyahu’nun paçasını kurtarmak için yeltendiği ‘yargı darbesini’ engellemek için aylardan beri cadde ve sokaklara akan İsrail muhalefet hareketi Filistinlilere karşı tırmanan zulüm ve yerleşimci terörüne dair bugüne dek bir cümle kurmadı ama bu durup düşünme eğiliminin en başta o kesimler -ve bazı Ortodoks Yahudi kesimler içinde- gelişip güçlenmesine zamanla tanık olabiliriz.
7 Ekim hamlesi gerici Arap rejimlerinden de önce Arap sokağını sarstı. Oralarda da sönümlenmeye yüz tutmuş Filistin ruhu yeniden canlandı. Arap işçi ve emekçilerinin yaşadıkları sömürü ve yoksulluğun derinleşmesinin, siyasi ve toplumsal çürümenin biriktirdiği öfkeye eklenen bu ruhun canlanışı gerici rejimlerin işini zorlaştıracak. Mısır’ından Katar’ına, BAE’den Suudi hanedanlığına kadar gerici Arap rejimlerinin İsrail’le kol kola girme süreçlerinin yavaşlayıp Filistin’e mali ve siyasi destek vereceklerini açıklamalarının gerisinde zaten bu korku var. Siyonist rejimin öldürücü darbe alan “yenilmezlik ve dokunulmazlık” imajını restore edebilmek için büsbütün kudurganlaştığı misilleme eylemlerinin ölçüsüzlüğü bu tepkileri ister istemez körükleyip büyütecek.
Harekâtın lekeleri: Düşmanına benzemek
Filistin direnişinin Aksa Tufanı çıkışı karşısında bilerek ya da dalgaya kapılıp sürüklenerek fiilen İsrail’in safında yer alanların en büyük dayanağı, birleşik harekâtın vurucu güçleri içinde yer alan İslamcı militanlardan bazılarının insan onuruna da savaş ahlâkına da sığmayan davranışları oldu. Bunlar harekâtın ve Filistin direnişin tarihsel ve güncel haklılığına da gölge düşürdüler. Dahası, o sahnelerin neredeyse tıpa tıp aynısını hatta daha fazlasını yıllardır Filistin halkına, kadınlara ve çocuklara uygulayan Siyonist rejime hem işlediği o insanlık suçlarını perdeleme olanağı sundu hem de yediği darbenin kuyruk acısını çoluk-çocuk, yaşlı-genç, kadın-erkek, hasta-sağlam demeden milyonlarca Gazzeliden çıkarmasına meşruiyet bahanesi sundular.
İlginçtir, 7 Ekim hamlesini kadınlara ve çocuklara yapılan kabul edilmez muamelelere indirgeyen ilkesiz ve omurgasız (bazıları aynı zamanda kafasız) hümanistlerin bu hayvani saldırganlık ve vahşet karşısında neredeyse gıkı bile çıkmıyor. Dahası, içlerinden önemli bir kesim “hak ettiler” diyebilecek kadar alçalıyor.
Sınıfsal ve ulusal kurtuluş ve özgürlük için savaşan güçlerin mücadele süreçlerinde işleyebilecekleri en büyük hatalardan biri de düşmanlarına benzeyip onların yöntemlerini kullanmalarıdır. Bu her şeyden önce güttüğümüz davanın haklılığına ve meşruiyetine gölge düşürür, bizlerle düşmanlarımız arasındaki farkların bulanıklaşıp silikleşmesine yol açar. Dahası o haklı kavgayı sürdüren örgüt ve bireyleri yozlaştırıp yoldan çıkarır. Gerisinde yıllarca bastırılmış büyük öfke birikiminin ve başka haklı nedenlerin yatıyor olması düpedüz bir yozlaşma ifadesi olan bu kabul edilemez tutumlara asla haklılık kazandırmaz.
Aksa Tufanı sırasında işlenen bu insanlık suçlarının sadece çatışmanın heyecanı ve seyri sırasında ortaya çıkan yol kazaları olmadığı açık. Bunlar, harekâta katılan İslamcı militanların sahip oldukları ideolojinin “doğal” kabul ettiği davranışlar. Zaten IŞİD, El Kaide, Taliban, Eş Şebap ve benzeri siyasal İslamcı örgütlerin pratiklerinden de bildiğimiz insanlık dışı bu tutumlara dair görüntüler bizzat Hamas tarafından servis edildi. Dolayısıyla hiçbir Marksist, hiçbir devrimci sosyalist bu yöntem ve uygulamaları hiçbir “ama” ya da “fakat” arkasına saklanmadan açık ve net bir dille eleştirip mahkûm eder ve etmelidir. Aksi taktirde bizler de bu noktada, Aksa Tufanı’nı bu görüntülere indirgeyen açık ya da örtülü İsrail yandaşlarına benzemiş oluruz.
Yalnız tekrar vurgulayalım, mesele harekât sırasında işlenen bu insanlık suçlarına tavır alıp almamak değildir. Olağanüstü eşitsiz koşullarda, olağanüstü bir gizlilik becerisi yanında olağanüstü sayılması gereken bir teknik beceri sergilenerek yürütülen kapsamlı bir hazırlık ve plânlama sonucu İsrail’in gelişkin teknolojiye dayalı istihbaratını ve askeri gücünü madara edecek ölçüde başarılı bir askeri ve siyasi hamleyi salt bu savaş suçlarından ibaret görüp görmemek sorunudur.
Bunlardan ilki devrimciliğin de insanlığın da doğal gereğidir ama gerçekte aptalca bir İslam ve Arap karşıtlığından kaynaklanan ikincisi gönüllü ya da fiilen İsrail yandaşlığından başka bir anlama gelmez. Şoven Türk milliyetçisi Kemalist lâikçiler tarafından estirilen rüzgarlara dayanamayarak bu konuda hık mık etmek de siyasal korkaklıktır. İşin kötüsü, bu kafada olanlar meydanı İslamcılara ve Hüda-Par’a bıraktıkları için din sömürücüsü bu madrabaz katiller sürüsü Filistin halkının tek dostu postuna bürünebiliyorlar. Bu aymazlıkta ısrar edilecek olursa eğer, korktuğumuzun başımıza gelmesi, can düşmanlarımızın kirli ve kanlı geçmişlerini unutturarak ‘mazlumların dostu’ pozlarıyla güç ve sempati toplamalarını kendimiz kolaylaştırmış oluruz.