Poyraz Soysal
“Gazze’de zaman başkadır. Çünkü zaman Gazze’de tarafsız bir unsur değildir. İnsanları tefekkürün soğukluğuna değil onları hakikatle çarpışmaya itiyor. Orada zaman, çocukları ihtiyar. Gazze’de zaman rehavet değildir. Aksine kavurucu öyle güneşinin yangınıdır. Gazze’de değerler değişir. İşgal altındaki bir insanın tek değeri ihtilal ve direnişe ne kadar muktedir olabildiğidir. İnsanlar orada bir konuda birbirleriyle yarışır. Gazze bu asil ve acımasız değere sahip çıkıp tamamen kendini ona adamıştır.” (Gazze İçin Sessizlik, Mahmud Derviş, Türkçesi Hakan Özkan, Özgür Yayınları)
Bir fırtına çıksa, halkların öfkesini sel olup akıtacak bir fırtına. Bir hortum ve yeryüzündeki bütün camları paramparça etmeli. Tuzla buz olmalı bütün ‘ama’lar, timsah gözyaşları, bizi bizden koparan yabancılaşma… Hep çocuk kalacakların fosfor bombalarıyla yakılmış bir lokma bedenleri kadar değil o minicik bedenlere yüklenen acı miktarı kadar sonsuz bir öfke. Çünkü yeryüzünde utanmadan ağızdan çıkacak tek ama “Ama o dünya da çocuklara acı çektiriyordu” cümlesindeki “ama”. Yıkıcı boş bir öfkeyi kuşanacak bir “ama” değil. Yıkılanın yerini allı pullu bir balon gibi çocukların elinde dolaşacak yeni bir dünyanın alması. Hayır hayır hayal değil. Fıtratımızda yok dünyanın bir yerinde acı çekeni ayırmak o kötü alışkanlığı çok sonra edindik.
“EY İnsanlık Neredesiniz!”
Nazım bu soruyu 2. Paylaşım Savaşı’nda ABD emperyalizminin atomla kavurduğu Japon halkı için sormuştu. Ya aradan bir asra yakın zaman geçmişken çocukların fosfor bombalarıyla katledilmesi? Bir filmde bile yüz kişinin vahşice öldürülmesinin etkisini günlerce üzerimizden atamıyorken bir ayda bilgisayar oyunu oynar gibi 5 bine yakın çocuğun katledilmesine nasıl kılımız kıpırdamıyor? “Tek başımıza ne yapabiliriz” değil mi? O zaman bu soruyu bir kez de tersine çevirip sorsak başımıza bir şey gelmez sanırım. Gerçi soramamamızın ana sebebi başımıza bir şey geleceğine emin olacak kadar içerisinde yaşadığımız düzeni tanıyor olmamız. Neyse zihne engel yok, o düşünür. Düşünsün ve tersinden soralım, “Yalnız olmasak bize her istediklerini yapabilirler mi?” Sonra da baksak yanı başımıza ve anlasak yalnız olmadığımızı. Belki kendimize geliriz. Önce sesimizi buluruz. Her şeyimizi yeniden kazanırız sonra…
Neoliberal çağın bencil, üzerine gelen felaketi güzellemelerle kollarını açıp bekleyen, zalime alkış tutan ya da susarak temiz kalmaya çalışan, ırkçı doğa düşmanı insan modeli olmaktan çıkarız. Önce hafızamızı tazeleriz. Filistin, Vietnam çocuklarına dünyanın her yerinden uzatılan dayanışma, emperyalist kapitalist barbarlığın vahşetine dünyanın her merkezinden yükselen öfke, yenme yenilme ihtimalini düşünmeden onurlu bir yaşam için dövüşülen tarihimiz… düşer belleğimize. Sonra korku duvarımızın ardındaki vicdanımızı kuşanırız. Hani Gazze’deki çocuğa dökülen gözyaşımızı Cizre’deki çocuğa da döktüğümüzde ağzımızı kocaman elleriyle kapatıp açlık tehdidini savurduklarında içimize gömülen, imalarla kendini dışa vuran ve sonunda bizi zehirleyerek duyarsızlaştıran gözyaşımızı dışavurur vicdanımızı kazanırız. Yoksa hastalanarak öleceğiz. Savaşların ve göçlerin nedenini tartışmadan hatta destekleyip mağdurlara nefret kusan, mağdurun kimliğine bakan, yerli iklim aktivistlerine bile “terörist” diyen küçük Hitlerciklere dönüşeceğiz. Güce tapmak da bizi kurtarmayacak. Neden sonuç ilişkisi kurmayı çoktan unutup ama 7 Ekim sonrası başka bir süreci belirgin kıldı. Emperyalistler arası dalaş, vekalet savaşları boyutunun yanı sıra aktörlerin sahaya indiği bir sürece evrildi. ABD emperyalizmi yıllar sonra İsrail-Filistin savaşına direkt donanmasıyla müdahil oldu. Ukrayna’da kendini belli eden süreç şu an farklı bir noktaya evrildi. Yani yeni bir emperyalist paylaşım savaşı tehlikesi hissedilmekte. Teknolojik gelişme de gözönünde bulundurulduğunda bu süreç barbarlık içerisinde yok oluşu getirebilir. Yani Gazze meselesi Sadece Gazze meselesi değildir. Olayı din ve milliyet eksenine sıkıştırmanın da yarardan çok zararı oluyor. En başta gerçeği maskeliyor.
“Hamasetle söylenen marşlar ekmek getirmiyor” diyor Mahmud Derviş. İslam ülkelerinin beddualar eşliğinde İsrail siyonizmiyle ekonomik ve askeri çıkar ilişkilerine devam etmesini hatırlatmıyor mu? Yaşadığımız coğrafyada İsrail’in suçlarının hesabını masum Musevi vatandaşlarımızdan soracak korkak bir antisemitizmin yükselmesi ya da göçmenlik üzerinden Arap nefretinin pompalanması tehlikesinin önüne geçmek insani görevimiz.
Acının, gözyaşının ve dayanışmanın vatanı yok. Hamas gericiliği falan da bugün birincil kaygımız olamaz. Bir ayda 10 bin kişinin katledilmesi hiçbir vicdanda kabul görmez, görmemeli. Hastaneler mezarlığa dönüşmüşken, çocuklar oksijensizlikten ölürken ve bir halk öyle bir vahşet altında onuru için direnirken… bu durumu hiçbir şey gölgeleyememeli. Bugün dünya muhalefetinin “Solunun” arkasına sığındığı soyut insan hakları mücadelesi Gazze’de yakılan çocuğun küçük bir yarasına bile merhem olmuyor. Kanafani’nin dediği gibi “Kılıçlarla boyunların barışı olur mu?” İnsanlar boyunlarını kılıçlara uzatmak istemiyor doğal olarak. Can veriyorlar ama onurlu direnişleriyle umut olup “silkinme” çağrısı yapıyorlar halklara. O nedenle en doğru yolu İsrail’e giden silahları yüklemeyen işçi sınıfı, Avrupa ve ABD halkları gösteriyor. Mc Donalds çalışanı bir emekçiyi bıçaklamak, kola dökmek gibi saçma sapan eylemlerin Filistin’le dayanışma gibi bir amaç taşımadığı da ortada. Filistin sorununu çözecek olan da dünyayı barbarlık içerisinde yok oluştan kurtaracak olan da işçi sınıfı ve dünya halkları. Yani bizleriz. Yani unutmayalım. Şifa Hastanesi’nde 39 çocuk oksijensizlikten öldü. Şifa Hastanesi’nde 39 çocuk oksijensizlikten öldü. Şifa Hastanesi’nde 39 çocuk oksijensizlikten öldü…