Türkiye devrimci sosyalist hareketiyle işçi sınıfı arasındaki mesafe -12 Eylül askeri faşist cunta döneminin ‘özel’liğini hariç tutacak olursak- son 50 yıllık dönemde hiç olmadığı ölçüde açık. Sınıf hareketi de devrimci sosyalist hareket de -olabildikleri kadarıyla- ayrı mecralarda akıyor. İkisi de sonuç olarak çok cılız ve etkisiz. Aradaki kopukluğun bir yerde kaçınılmaz bir sonucu da bu zaten.
İşin daha vahim tarafı, mesafenin bu denli açılmasının tek sorumlusu olmamakla birlikte bir an önce kapatılmasından sorumlu sosyalist çevre ve yapıların önemli bir kesimi bu manzarayı fazla sorun etmiyor; dahası “Ne var yani” rahatlığıyla kanıksamış durumda. İşçi sınıfını “halk içindeki sınıflardan bir sınıf” olarak gören halkçılığın klasik biçimleri yetmezmiş gibi neoliberalizmin estirdiği ideolojik rüzgârların etkisiyle yalnızca proletaryanın kapitalizme karşı mücadeledeki biricik konumunu ve devrime öncülük misyonunu reddetmekle kalmayıp sınıflar gerçeğini tümden reddeden kimlik ve kültür politikalarının 2000 sonrası kazandığı popülariteye de gözlerini kapatıp “Türkiye solunda işçi sınıfının öncülüğünü tartışma konusu yapan mı kaldı?” tezleri dile getirilebiliyor. Durumun vahametini küçümseyen bu aldırmazlık kimilerinde çok keskin bir ‘sınıf’ vurgusu altında karşımıza çıkıyor.
Aralarındaki nüansa karşın hepsinin ortaklaştığı noktalardan biri de şu: “Sınıfa gitmek madem bu kadar önemliydi, üstelik yıllardır ‘sınıf… sınıf’ dediğiniz halde neden sınıfı örgütleyemediniz, sınıf içinde neden anlamlı bir güç haline gelemediniz?” Bu “öldürücü” soruyu sormanın da değişik biçimleri var.
Söyleyenler önemli değil, söylenene bakalım
İşçi sınıfı içinde çalışmayı esas alan proletarya sosyalistlerini ve devrimcileri köşeye sıkıştırma amacıyla da sorulmuş olsa bu sorunun tümüyle haksız olduğu söylenemez. Gücümüzü aşan etken ve koşulların elverişsizliği yanında güçlerimizin ve olanaklarımızın bütün sınırlılığına karşın yıllardır canımızı dişimize takarak sınıf içinde anlamlı mevziler yaratma çabası içinde olmuş olsak dahi hiçbir bahanenin arkasına sığınmaya kalkmadan yanıtlamamız gereken bir sorudur bu.
Bu soruya vereceğimiz yanıt iki açıdan önemli: Bütün çabalarımıza rağmen gözden kaçırdıklarımız, bıraktığımız boşluklar, zamanla kanıksadığımız zayıflıklarımız üzerinde durup düşünmeye zorlar bizi. İkinci olarak, özellikle de sınıfın yeniden hareketlenmeye başladığı, nesnel koşulların düne göre daha fazla olgunlaşıp elverişli hale geldiği koşullarda yüklenmemiz gereken halkaları netleştirir gözümüzde.
Zaman zaman başkalarına da esin ve coşku kaynağı olan işler başarmamıza rağmen (örnek olarak 3. Havalimanı, Soma, Migros, motokurye direnişleri hatırlansın) istikrarlı biçimde büyüyüp yükselen genel bir dalga yaratmadaki yetersizliğimiz ortada. Gerisinde yatan emek ve ısrarı görmemek anlamına gelmemekle birlikte -zaten onlar olmasa o tayin edici momentlerde oralarda olamazdık- yarattığımız en ileri örnekler bile bir bakıma eğrisiyle doğrusunun bir araya gelmesi sonucu yakaladığımız fırsatların ürünü.
Sınıf hareketi hâlâ birbirinden kopuk tekil direnişler çizgisinde seyrediyor. Asıl önemlisi, bunlar da bıçağın kemiğe dayandığı noktalarda patlak veren ‘savunma’ temelli eylemler. Sınıf çalışmasında ısrarlı güçler olarak bizler çoğu kez sınıfın büyük ölçüde kendiliğinden hareketlendiği ya da buna hazır hale geldiği noktada devreye giriyoruz. Bu bağlamda sergilediğimiz öncülük, sendikal talepler temelinde eylem kesitleriyle sınırlı bir öncülük çerçevesini aş(a)mıyor. “Devrimci sendikalizm çerçevesini henüz aşamamış olmak” şeklinde de tanımlayabileceğimiz sınırlar içinde kalan böyle bir faaliyet, proletarya devrimini ve sosyalizmi hedefleyen Marksist bir devrimcilik açısından fazlasıyla dar ve tek yanlı bir sınıf çalışmasıdır. Kendini tekrarlamayla yetinme, içe doğru kırılma, büzüşme, zamanla tarihsel amaçlarından uzaklaşarak yozlaşma riskini içinde taşır. Bu gerçeği görmek zorundayız.
Ahkâm kesmek kolay da…
Güç ve olanakların sınırlılığı başta olmak üzere bizlerden kaynaklanan eksiklik ve yetersizliklerin de payı olmakla birlikte bu sonuç, oturdukları yerden ahkâm kesen tuzu kuruların iddia ettikleri gibi bütünüyle hatta asıl olarak bizlerden kaynaklanmıyor. Böyleleri, Türkiye işçi sınıfının günümüzdeki gerçekliği başta olmak üzere dünyadaki değişimin ve bugünün dünden farkının farkında değiller hâlâ.
Sınıftan asıl kopukluğu bunlar yaşıyorlar aslında. Geçmişin büyük fabrika dönemlerinden farklı olarak büyük ölçüde parçalanmış, kolektif hareket zemini ve ruhu zayıflamış, hayatına yön veren değer yargıları ve duygu olarak meta fetişizminin, şovenizm ve dinci gericilik başta olmak üzere burjuva ideolojisinin çok yönlü ve katmanlı hegemonyası altındaki bir sınıfı, üstelik sınıfsal dengelerin alabildiğine aleyhimize olduğu koşullarda örgütlemenin güçlükleri üzerine bir fikirleri olduğu su götürür.
Halbuki bir ülkede, belirli bir tarihsel dönemde sınıf çalışmasında izlenmesi gereken hat, uygulanması gereken biçim, yöntem ve araçlar yanında gelişimin hızı ve alabileceğiniz mesafe en nihayetinde somut koşullar tarafından belirlenir. İstediğiniz kadar ‘derin’ çözümlemelere, somut ve ayrıntılı stratejik planlara, iyi düşünülmüş taktiklere ve inatçı bir ısrara sahip olun. Marx’ın olağanüstü biçimde formüle ettiği tarihsel materyalizmin temel yasası hükmünü yürütür: “İnsanlar tarihlerini kendileri yapar; ama onu özgür iradeleriyle değil, kendi seçtikleri koşullar altında değil, dolaysız olarak önlerinde buldukları, verili, geçmişten devrolan koşullar altında yaparlar.” (Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, sf. 19, Yordam Kitap)
Devrimci sosyalist hareketin sınıftan kopukluğunu tümüyle ya da esas olarak komünistlerin ve devrimcilerin teorik geriliğine, kapitalizmi ve sınıf gerçekliğini kavrayamamış olmalarına, çözümleme yetersizliğine, siyasetsizliğe, azim ve irade eksikliğine vb. vb. bağlayan çok bilmişlerin tezlerine güç kazandırmak için altını özellikle çizdikleri iki olgu var:
Bağımlı Türk tekelci kapitalizminin 1980 sonrası izlenen neoliberal politikalar sayesinde yaptığı üçüncü tarihsel sıçramanın sonucu olarak Türkiye toplumunun büyük ölçüde proleterleşmiş olması gerçeğiyle geçmişte içe kapalı tarım bölgeleri olarak tanınan kentlerin dahi bugün gıda ve tekstil başta olmak üzere ucuz emeğe dayalı sanayi kentlerine dönüşmüş olması gerçeği. Bu iki olgunun altı kalınca çizildikten sonra arkadan yukarda da andığımız ‘öldürücü’ darbe geliyor: Buna rağmen sınıfı hâlâ örgütleyememişsek demek ki sorun bizden kaynaklı!..
Demagojik itirazlara meydan vermemek için şunun altını bir kez daha kalınca çizelim: Devrimci sosyalistler olarak sınıf çalışması alanında da kusursuz-eksiksiz değiliz, tersine teoride de pratikte de çok ciddi zayıflıklarımız, bıraktığımız ciddi boşluklar var. Bazılarımız durumun vahametini görmekten dahi uzak. Yalnız devrimci hareketin hâlâ gideremediği prestij kaybı, tasfiyeci süreçlerin yol açtığı yıkım, kadro yetersizliği, olanakların sınırlılığı da bu ‘bizden kaynaklı’ etkenler içinde. Her kim bunların üzerinden atlayarak hatta bu konulardaki günahlarının utancını duymadan ahkâm kesmeye kalkıyorsa, her şey bir yana ciddiye almaya değmeyecek bir lâf ebesi demektir.
Gelelim istismar konusu yapılan o öldürücü argümanlara:
Türkiye toplumunun büyük çoğunluğuyla proleterleştiğini çıplak gözle bile görmek mümkündür. Çok sayıda araştırma-akademik çalışma bu gerçeği istatiksel olarak da sergiler. Sosyal bilimci A.H. Köse, S. Bahçe ve F.Y. Günaydın’ın hane halkı istatistiklerini kullanarak 2015 yılında yaptıkları çalışmayı buna örnek verebiliriz: “2002 yılında istihdam edilen emekçi katmanların toplam birey nüfusuna oranı yüzde 16.2 idi; bu oran 2011 yılında yüzde 23.6’ya çıkmıştır. Sadece çalışma hayatındaki bireyler içinde emekçi katmanların oranı 2002 yılında yüzde 39.2’den 2011 yılında yüzde 55.8’e çıkmıştır. Bunlara (yedek işgücü ordusunu temsilen) işsizleri eklediğimizde, değişim 2002 yılında yüzde 54.4’ten 2011 yılında yüzde 68.9’adır” (Bağımsız Sosyal Bilimciler 2015, AKP’li Yıllarda Emeğin Durumu).
AKP’nin özellikle 2019 sonrası izlediği ekonomi politikalar sonucu orta sınıfın yaşadığı yıkım ve proleterleşme sürecinin kazandığı hız gözönüne getirilecek olursa bu oranın günümüzde ne kadar yükselmiş olduğu kestirilebilir. Nitekim değişik araştırmalarda yüzde 75 ile yüzde 80 arasında değişen rakamlar verilmektedir.
Yalnız şu anki konumuz açısından burada üzerinden atlanmaması gereken önemli bir nokta var: Nesnel olarak işçileşmiş olmak, örgütlenmeye ve mücadeleye hazır işçi haline gelindiği anlamına gelmez. Bu ikisi arasındaki farkı ‘unutmakla’ kalmayıp proleterleşen eski orta sınıf mensuplarının -özellikle de bugünün Türkiyesi gibi sınıf hareketinin geri bir noktada seyrettiği, güçlü bir dalganın sürükleyici etkisinin hissedilmediği, devrimci sosyalist hareketin siyasal ve moral otoritesinin de yerlerde süründüğü vd. kesitlerde- nasıl bir ruh haline sahip olduklarını, eski dünya görüşleri, ölçü ve alışkanlıklarından ne ölçüde kurtulabildiklerini sorgulamadan sadece nesnel konumlarını baz alarak konuşmak tastamam sınıf özcülüktür. Kendisini ne kadar keskin ‘sınıf’ vurgusunun arkasına gizlemeye çalışırsa çalışsın bunun Marksist proletarya devrimciliğiyle ilgisi yoktur.
Bu yaklaşım kendisini zaten genellikle konum kaybı yaşamış beyaz yakalı işçi hayranlarında gösteriyor. Onlara göre günümüz proletaryasının hası/özü/çekirdeği inşaatın, madenin, tarımın, tekstilin ya da hizmet sektöründe ayak işlerini gören amele takımından farklı olarak günümüz kapitalizmini çözümleme ve onunla baş etme yeteneği gelişkin bilgi birikimiyle yüklü bu kesimlerdir.
Sınıf özcü yaklaşımın farklı bir versiyonu da kendisini taşranın işçileşmesi konusunda gösteriyor. Türkiye kapitalizminin derinlemesine olduğu kadar enine de gelişmesinin (ki bu ikisi aslında tek bir sürecin birbirini tamamlayıp ivmelendiren yönleridir) sonucu Trakya’nın neredeyse tamamı, İç Ege, Akdeniz şeridi, İç Anadolu’nun batısı ve kuzeyi dışında geçmişte ekonomisi büyük ölçüde tarıma dayalı, içe kapalılığı ve tutuculuğuyla tanınan Konya, Kayseri, Niğde, Aksaray, Çorum, Malatya, K. Maraş, Elazığ, Adıyaman, Urfa, Mardin vb. gibi iller bugün kent nüfusunun hatırı sayılır bir bölümünü emek yoğun sektörlerde çalışan işçilerin oluşturduğu sanayi kentlerine dönüşmüş durumdadır.
Yalnız buralardaki işçi profili işçileşme sürecinin henüz başlarındadır. Sınıf bilinci, sezgileri ve reflekslerinin gelişimi bakımından Türkiye ortalamasının da gerisindedir. Düşüncelerine, duygularına ve tepkilerine işçi olmaktan kaynaklı sınıfsal duygu ve güdülerden önce akrabalık, hemşerilik, bölgecilik gibi etkenlerin belirleyici olduğu toplumsallık biçimi yön verir. Devletin baskı ve denetim mekanizmaları dışında yerel ekonomik ve siyaset eşrafının da ideolojik-kültürel tahakküm ve denetimi altındadır. Dinci gericilik, tarikat ilişkileri, şoven milliyetçilik, feodal alışkanlık ve değer yargıları buralardaki işçiler arasında çok daha belirgin ve baskındır. Bu özellikler buralardaki proleter potansiyelin anlam ve önemini küçültmez kuşkusuz. Ama devrimci sınıf sendikacılığı çizgisinde bir örgütlenmenin bile buralarda o kadar kolay olmadığını gösterir.
Sonuç olarak, Türkiye devrimci sosyalist hareketi işçi sınıfıyla -bu bağlamda toplumla- ilişkilerindeki kopukluk ölçüsündeki zayıflığa bir an önce son vermek zorundadır. Ve bu sorumluluğa sınıfı salt sendikal temelde örgütleme darlığı ve tek yanlılığıyla yaklaşmamalıdır. Sınıf hareketiyle devrimci sosyalist hareketin siyasal örgütlenmesi birbirini besleyip tamamlaması gereken bölünmez bir bütün olarak ele alınıp yürütülmek zorundadır. Bu topraklarda devrimin seyri ve geleceği bütünüyle bu konuda alınacak yola bağlıdır.
Bu tarihsel sorumluluğun hakkını verme konusunda bugüne kadar sergilediğimiz yetmezlik ve ihmallerimizin, zayıflık ve hatalarımızın muhasebesi ve eleştirisi elbette yapılmalıdır. Bu konuda da birbirimizi bütünleyip tamamlamaya olan ihtiyaç büyüktür. Ama bu eleştirellik devrimci bir ruh ve amaçla yapılmalıdır. Bazıları tartışmalı göreli üstünlüklerimizi öne çıkararak birbirimize büyüklük taslamak, konuyu entelektüel tatmin aracı haline getirip akıl satmaya kalkmak gibi süfli amaçlara alet edilmemelidir.
Ve en önemlisi sadece konuşmak, söylemek, vaaz vermekle yetinilmeyip elimizi taşın altına koyduğumuz bir pratiğin sahibi olunmalıdır. Bugün hem düşünsel hem de pratik mecralarda birbirlerinden ayrı akan küçük dereciklerin birleşerek güçlü nehir ve çağlayanlara dönüşmesi ancak o zaman daha kolay ve mümkün hale gelir.