H. Selim Açan
Paris Komünü denildiği zaman, Marksistlerin aklına genellikle sözcüğün klasik anlamında devlet olmayan bir ‘devlet biçimi’ gelir. Bu tümüyle yanlış değildir kuşkusuz ama çok dar, bu anlamda eksik bir kavrayıştır. Marksist teorinin kurucuları Marx ve Engels’in, Komünist Manifesto’da tek değişikliği, Komün deneyimi sonrası, onun hayata geçirdiği devlet modeli üzerine yaptıkları bilinir. Marx ve Engels’e göre Komün tipi devlet, burjuvaziyi alaşağı ederek iktidarı ele geçiren muzaffer proletaryanın komünizmi inşa sürecinde başvurmak zorunda olduğu proletarya diktatörlüğünün ete kemiğe bürünmüş ilk örneğidir. Marx’ın Fransa’da İç Savaş adlı eserindeki sözleriyle, “…emeğin iktisadi kurtuluşunun gerçekleşmesini sağlayan nihayet keşfedilmiş siyasal biçim(dir)”. Onun nasıl bir şey olacağını soranlara Engels bu yüzden, “Proletarya diktatörlüğünün neye benzediğini merak ediyorsanız Paris Komünü’ne bakın!…” yanıtını verir.
Proletarya diktatörlüğü karşıtlarının bütün inkar ya da sulandırma çabalarına rağmen balçıkla sıvanamayacak kadar açık olan bu ilişkiye (ve sahiplenmeye) rağmen Komün’ü sadece bir devlet modeline indirgemek neden eksik ve dar bir algıdır o zaman?
Bu noktada, iç içe geçmiş, aynı zamanda birbirinden beslenen iki darlıktan söz edebiliriz: Bunlardan birincisi, proletarya diktatörlüğünün içeriği ve misyonunun kavranışı konusundadır. “Devlete ihtiyaç duyulan toplumlardan devletsizliğe geçiş halkası” olarak onun asıl işlevinin ekonominin ve toplumsal yaşamın sosyalist temellerde yeniden örgütlenmesi olduğunu gözden kaçırarak proletarya diktatörlüğünü salt bir siyasal egemenlik biçimi, hatta baskı aygıtı olarak kavramak şeklinde tanımlayabiliriz bu darlığı. İkinci olarak, Komün’ün sosyal pratiğinin, toplumsal yaşamda hayata geçirdiği uygulamaların gözden kaçırılması söz konusudur.
Kendisini belirli bir coğrafyaya (ülke) ya da ulusa değil tüm insanlığa ait/bağlı gördüğü için İşçi Cumhuriyeti ya da Evrensel Cumhuriyet olarak tanımlayan bir iktidardan söz ediyoruz. Katliamdan kurtulmuş bir Komünar olan Arthur Arnould, Komün’ün farkını şöyle tanımlar: “Paris Komünü bir ayaklanmadan ÖTE bir şeydi, BAŞKA bir şey. Bir ilkenin ortaya çıkışı, bir siyasetin olumlanmasıydı. Kısacası devrimler arasında bir devrim değil, bayrağının kıvrımlarında bütünüyle özgün ve karakteristik bir program taşıyan yeni bir devrimdi.”
İktidara el koyar koymaz çıkardığı ilk kararnamelerle, sahipleri tarafından terk edilen fabrikaların işçiler tarafından işletilmesine karar veren, konut kiralarını düşüren, fırınlarda gece çalışılmasını yasaklayan, borç karşılığı rehin verilen tüm eşyaları sahiplerine karşılıksız iade eden, tefeciliği ve faizi yasaklayan bir iktidardır Komün yönetimi. Muazzam bir servete sahip kilisenin elindeki mülkiyete el koymakla kalmayıp din ve devlet işlerini radikal bir tarzda birbirinden ayıran, okul eğitimini kiliseden alıp herkes için parasız ve zorunlu hale getiren, kiliselerin dinsel faaliyetlerinin devamını kapılarını akşamları politik toplantılara açma koşuluna bağlayan bir iktidardır aynı zamanda.
Komün topu topu 72 gün sürmüştür. Fakat o kısacık süre içinde gerçekleştirdiklerinin çoğu, insanlığın kurtuluşuna giden yolda henüz gerçekleşmemiş devrimler için dahi yol gösterici özelliğini -kuşkusuz embriyonik olarak- hâlâ korumaktadır. Sadece ‘yönetim’ işlerini ayrıcalık ve üstünlük konusu olmaktan çıkarmasıyla değil teoriyle pratik, kafa ile kol emeği ayrımı gibi kapitalizmin “işbölümü” adı altında yarattığı yabancılaşma biçimlerini yıkmaya yönelen, onların tam zıddı eksende örgütlenen bir toplumsal yaşam pratiğidir Komün. Bu varoluş biçimini Marks, “Komün’ün en büyük başarısı” olarak tanımlar. Kristin Ross ise, “Komünarların gündelik çalışmalarının kökleşmiş hiyerarşi ve ayrımları -öncelikle de kol emeği ile sanatsal veya zihinsel emek arasındaki ayrımı- altüst etme tarzları(nı), uygulamaya koyabildikleri bütün yasalardan daha önemli” görür (Paris Komünü’nün Siyasi Muhayyilesi: Ortak Lüks).
Kısacık ömrüne rağmen Komün’ün sadece bir konuda değil bir dizi alanda nasıl farklı bir dünya yarattığı gerçeği bazen Vendôme Sütunu’nun yıkılması gibi o günlerin dağdağası içinde göze küçük görünecek bir adımda gösterir kendisini bazen de eğitim ya da sanat politikaları biçiminde çıkar karşımıza.
Vendôme Anıtı konusunda yaşanan çatışma, burjuvazinin şoven milliyetçiliğiyle proletaryanın enternasyonalizmi arasındaki bir çatışmadır esasında. Yaklaşık 45 metre uzunluğundaki bu gösterişli bronz sütun, I. Napolyon’un Avusturya-Rus ordularını yenilgiye uğrattığı Austerlitz Savaşı’nın anısına -bir rivayete göre o savaşta ganimet olarak ele geçirilen hasım ordulara ait topların eritilmesiyle- dikilmiş bir zafer abidesidir. Fransız burjuvazisinin fetih arzuları yanında başka ulusları aşağılayan kibrini simgeler. Sütunun dikildiği meydanın adı da Komün öncesinde Place des Conquêtes’tir (Fetihler Meydanı) zaten. “Halklar arasında düşmanlığı körükleyip canlı tuttuğu” gerekçesiyle Komün yönetimi bu şoven anıtı 16 Mayıs’ta havaya uçurur. Meydanın adını da Place l’Internasyonal (Enternasyonal Meydanı) olarak değiştirir. Ne zaman ki Komün yenilgiye uğrar, onu kan banyosuyla boğan burjuvazinin ilk icraatlarından biri o sütunu tekrar dikmek olur.
Komün’ün öyle politika ve uygulamaları vardır ki, sonrasında sadece proletarya devrimcileri ve sosyalistlere değil burjuvaziye bile esin kaynağı olmuştur. Mesela, Komün’ün gaddarca bastırılmasından on yıl sonra ilan edilen Üçüncü Cumhuriyet, temellerini Komün’ün attığı parasız, zorunlu ve laik eğitim politikasını uygulamıştır. Keza Fransa’da hâlâ yürürlükte olan çocuk bakım sisteminin esin kaynağı da Komün’ün son günlerinde iki kadın Komünar tarafından önerilen bir kreş projesidir.
O projedeki kimi detaylar, Komün’ün nasıl insancıl bir toplum tahayyülüne sahip olduğunun kanıtlarıdır adeta. Örneğin, kreşlerde çocuklara mümkün olduğunca neşeli ve genç kadınların bakması esas alınır. Bunların siyah ya da koyu renk elbiseler giymelerine izin verilmez. Diğer yandan onları da tek bir işle uzun süre uğraşmanın yaratacağı bıkkınlık ve yorgunluktan uzak tutmak için dönüşümlü bir çalışma düzeni uygulanır. Kreşlerde ve okullarda dinsel bütün semboller, haçlar, heykeller, ikonlar kaldırılıp atılır; yerlerine hayvan ve ağaç resimleriyle heykelleri konulur. Hatta küçük çocukların “en büyük illeti” olarak görülen sıkıntıyla baş etmelerini kolaylaştırmak için okullarda kuşlarla dolu kuşhaneler açılır.
Komün’ün eğitim politikasının komünizmin amaçlarıyla paralelliği sadece bu tür insani ayrıntılarla sınırlı değildir. Asıl benzerlik, eğitimin amacı, dolayısıyla felsefesi konusundadır. Kafa ve kol emeği arasındaki bölünmeyi ortadan kaldıracak bütünsel ya da politeknik eğitim düşüncesi ilk kez Komün döneminde ete kemiğe bürünüp hayata geçirilmiştir. Bu eğitim felsefesinin amacını, Komün günlerinde ikinci arrondissement’ın (yönetim bölgesi) duvarlarına asılan ve imzacıları arasında Enternasyonal Marşı’nın sözlerinin yazarı Eugène Pottier’in de olduğu bir afişten görebiliriz:
“Kız olsun erkek olsun her çocuk ilkokul seviyesindeki eğitimi tamamladıktan sonra okuldan bir veya iki mesleğe ciddi ölçüde vakıf olarak ayrılabilmelidir: Gayemiz budur. Bütün gayretlerimiz bu sonucu elde etmeye yöneliktir çünkü o basit Herkes çalışsın, herkes için çalışsın tabiri insan ilerlemesindeki son sözü bütünüyle özetlemektedir. İnsanlık, ilkel toplumlar kadar eski ve her türlü eşitliğin temeli olan bu kaideyi tam manasıyla gerçekleştirmelidir.” (Aktaran Kristin Ross, Ortak Lüks, sf.56)
Burada amaç, hangi sınıftan geliyor olursa olsun kız-erkek bütün çocukları, işbölümünün yarattığı ‘parça-insan’ olmaktan çıkarmaktır. Kafa ve kol emeği ayrımını ve ondan kaynaklanan hiyerarşik bağımlılık ilişkilerini beraberinde getiren bu tek yanlılığın tersine burada amaç, hem düşünsel hem de el becerileri bakımından gelişkin özgür bireyler yetiştirmektir. Dönemin işçi sınıfı dergilerinden birinde bu amaç şu sözlerle dile getirilir:
“Çocuk küçük yaştan itibaren okul ile atölye arasında gidip gelebilmelidir… Bir aleti ustaca kullanan biri kitap da yazabilmeli, hem de tutkuyla, bütün yeteneğini sergileyerek yazabilmelidir… Zanaatkâr gündelik işlerine mola verip sanatsal, edebi veya bilimsel kültürle ilgilenebilmeli, bu yüzden üretici olmayı bırakmak zorunda kalmamalıdır.” (age, sf. 55)
Bu eğitim felsefesinin yetiştirmeyi hedeflediği birey tipolojisiyle Marx’ın Alman İdeolojisi ya da Kapital gibi eserlerinde tasvir ettiği komünist toplum tahayyülü arasındaki örtüşme açıktır.
O halde, önemini küçümsemek anlamında değil ama Komün’ü sadece bir ‘devlet’ modeline indirgeyip salt o yönüyle anmak Komün’ü bütün genişliğiyle kavrayamamak değilse nedir?..
(*) Başlık, 1992 Ekim’inde yitirdiğimiz yoldaşım Sezai Ekinci’nin Paris Komünü’ne dair bir incelemesine aittir.