Mayıs’ın, Aydınlığın İlk Günü



Gençliğimiz kanımız, canımız tüm halkımız için yürüyor! Onları yüzüstü bırakmayın! Onlara karşı çıkmayın, çocuklarınızı yürüdükleri yolda tek başlarına bırakmayın! Kendinize acıyın. Oğullarınızın duygularına inanın. Gerçek onların yüreğinde doğmuştur. Gerçek için feda ediyorlar kendilerini. Güvenin onlara!»


Günler birbiri arkasından öyle çabuk geçiyordu ki, Ana, 1 Mayıs’ı düşünecek vakit bulamıyordu. Yalnız geceleri, günün gürültülü hayhuyu ve coşkusu içerisinde yorgun düşerek yatağa girdikten sonra, yüreği burkuluverdi. «Bir an önce gelse şu 1 Mayıs…»

Şafak sökerken fabrikanın düdüğü ulumaya başlardı. Pavel’le Andrey çaylarını çabucak içer, bir lokma yer, Ana’ya bir sürü iş bırakıp giderlerdi. Ve Pelageya bütün gün, kafese kapatılmış bir sincap gibi döner durur, yemek pişirir bildirilerin baskısı için bir çeşit mor pelte afişleri yapıştırmak için kola hazırlardı. (…)

Biri göğsüne çarptı. Gözlerini buğulayan yaşlar arasından çelimsiz subayı gördü önünde. Suratı kıpkırmızıydı.

«Yallah, kocakarı!» diye bağırdı.

Pelageya subaya baktı. Ayağı dibinde, iki parça olmuş bayrak direğini gördü. Parçalardan birinde bir kırmızı bez takılı kalmıştı. Eğilip kaldırdı. Subay sırığı elinden kaptı, bir yana fırlattı, ayağını yere vurarak.

«Defol diyorum sana!» diye bağırdı. Askerler arasından bir marş yükseldi:

Kalkın, ey yeryüzünün…

Subay fırladı, çileden çıkmış bir halde cıyak cıyak bağırdı:

«Başçavuş Kraynov! Susturun şunları!»

Ana sendeleyerek, teğmenin fırlattığı sırık parçasına yaklaştı, yeniden eğilip kaldırdı.

«Kapatın şunların ağzını!»

Sesler birbirine karıştı, kısıldı, marş anlaşılmaz oldu, sönüp gitti. Biri Ana’yı omuzlarından tutup geriye döndürdü, sırtından itti:

«Git buradan, git…»

Subay: M «Sokağı temizleyin!» diye emir verdi.

Ana, on adım ötede yeni baştan yoğunlaşan bir kalabalık gördü; kükrüyorlar, homurdanıyorlar, ıslık çalıyorlar, ağır ağır sokağın ucuna doğru geri çekilerek civardaki avlulara doluşuyorlardı.

Bıyıklı, genç bir asker yanına yaklaştı, kulağı dibinde:

«Hadi, çek arabanı!» diye bağırarak onu kıyıya itti.

Ana sopaya yaslanarak uzaklaştı. Dizleri bükülüyordu. Düşmemek için öbür eliyle duvarlara, tahta perdelere tutunuyordu. Önünde, göstericiler tepiniyorlardı. Arkasında, yanında yöresinde, askerler: 

«Hadi, hadi!» diye bağırarak ilerliyorlardı.

Ana askerlerin gerisinde kaldı, çevresine baktı. Arkada, sokağın ucunda, aralıklı bir şerit halinde askerler, boşalmış olan alanın girişini kapatıyorlardı. Önde, kur|unî gölgeler yavaş yavaş kalabalığın üstüne yürüyorlardı.

Ana geri dönmek istedi, ama farkına varmadan ilerleyişini sürdürdü. Dar bir sokağa çıktı. Artık kimsecikler yoktu orada. Sokağa girdi.

Yeniden durdu. Derin derin iç geçirdi, kulak kabarttı. Oralarda bir yerde sesler uğulduyordu. Sopaya yaslanarak yeniden yürümeye başladı. Kaşlarını oynatıyordu. Birden alnı nemlendi, dudakları kımıldadı, eli titredi, içinden haykırmak, bağırmak geldi.

Sokak sola dönemeç yapıyordu. Ana orada epeyce kalabalık bir grup gördü. Güçlü bir ses işitti: «İnsan kabadayılık olsun diye süngülere meydan okumaz, çocuklar!» «Gördünüz, değil mi? Askerler üzerlerine yürüdüler de, hiç biri yerinden kıpırdamadı. Korktukları yok bizim delikanlıların…»

«Ne yiğit çocuk şu Pavel VlasovL.»

«Ya Küçükrusyalı?..»

«Elleri arkasında, gülümseyerek dimdik duruyordu kerata!»

Ana kalabalığı yararak ilerledi.

«Dostlarım!» diye bağırdı. «İyi yürekli insanlar!»

Saygıyla yana çekildiler. Biri gülmeye başladı:

«Bakın, bayrak elinde, bayrağı almış!»

«Sus!» dedi sert bir ses.

Ana kollarını iki yana açtı.

«Dinleyin. Hazreti İsa aşkına dinleyin! Hepiniz bizdensiniz. Hepiniz iyi insanlarsınız. Açın gözlerinizi, korkmadan bakın. Ne oldu? Çocuklarımız, kanımız, canımız, gerçeği savunmaya kalkıyorlar. Hepiniz için, bebeleriniz için, kendilerini Hazreti İsa gibi acı çekmeye mahkûm ediyorlar. Aydınlık günler arıyorlar. Başka bir yaşam hakça bir yaşam istiyorlar. Herkesin iyiliğini istiyorlar!..»

Yüreği parçalanıyordu. Göğsü sıkışıyordu. Boğazı kurumuş, yanıyordu. Yüreğinin derinliklerinde her şeyi ve herkesi kucaklayan engin bir sevgi oluşuyordu. Sözler gittikçe daha güçlü, daha kolay fışkırıyordu ağzından.

Kendisini dinlediklerini, sustuklarını görüyordu. Çevresini alanların düşündüklerini anlıyordu. Ve içinde, belirgin bir istek büyüyordu; bu insanları oğluna doğru, Andrey’e doğru, yüzüstü bırakılan gençlere doğru gitmek isteği.

Gözlerinin gamlı ve dikkatli yüzler üzerinde gezdirerek sürdürdü:

«Çocuklarımız herkes uğruna. Hazreti İsa gerçeği uğruna mutluluğa doğru yürüyorlar. Kötü insanlarımızın, yalancı insanlarımızın, yırtıcı insanlarımızın bizleri köle halinde tutmak, zincire vurmak, ezmek için kullandıkları her şeye karşı çıkıyorlar! Gençliğimiz kanımız, canımız tüm halkımız için yürüyor! Onları yüzüstü bırakmayın! Onlara karşı çıkmayın, çocuklarınızı yürüdükleri yolda tek başlarına bırakmayın! Kendinize acıyın. Oğullarınızın duygularına inanın. Gerçek onların yüreğinde doğmuştur. Gerçek için feda ediyorlar kendilerini. Güvenin onlara!»

Sesi kısıldı. Sendeledi. Gücü tükenmişti. Koltuk altlarından tutup desteklediler onu.

Duygulanan biri: «Tanrının sesi bu!» diye bağırdı. «Dinleyelim, dostlar!»

Bir başkası acıdı Ana’ya:

«Kendini kahrediyor zavallıcık!»

«Kendini kahrettiği yok, budalalığımızı yüzümüze vuruyor o… Anlasana!»

Tiz, titrek bir ses yükseldi kalabalığın arasında:

«Ey Hıristiyanlar! Benim saf ruhlu Mitri’m öyle yapmadı mı? Arkadaşlarının, sevgili arkadaşlarının ardından gitti…»

«Doğru söylüyor. Biz niye yüzüstü bırakıyoruz çocuklarımızı? Ne kötülük ettiler ki bize?» «Evine dön Pelageya!» dedi Sizov. «Hadi anacığım! Bitkin düştün!»

Yüzü solgundu. Darmadağın sakalı titriyordu. Birden, kaşlarını çattı, sert bakışlarını kalabalığın üstünde gezdirdi, doğruldu, açık seçik bir sesle:

«Oğlum Matya fabrikada ezildi, biliyorsunuz,» dedi. «Ama sağ olsaydı, kendi elimle yollardım onların saflarına… Kendisine derdim ki: sen de git Matya, haklı bir dava bu, git görevini yap!»

Hepsi susuyorlardı. Düşünceliydiler. Yeni, ulu bir duyguya kapılmışlardı, ve korkmuyorlardı artık. Sizov kolunu kaldırıp salladı, konuşmasını sürdürdü:

«Size bunu söyleyen, eskilerden biri. Beni tanırsınız! Otuz dokuz yıldır burda çalışıyorum; elli üç yaşındayım. Yeğenim temiz, akıllı bir çocuk; onu da götürdüler bugün. O da en önden yürüyordu. Vlasov’un yanıbaşında, tam bayrağın arkasında.»

Dönüp Ana’nın elini tuttu:

«Bu kadın gerçeği söyledi. Çocuklarımız akılcı, onurlu bir yaşantı sürmek istiyorlar, bizse onları yüzüstü bıraktık, evet, bırakıp kaçtık!.. Hadi git artık, Pelageya…»

Ana yaşlı gözlerle çevresindekilere baktı.

«Sevgili dostlarım!» dedi. «Yaşam çocuklarındır, dünya çocuklar için yaratılmıştır!..»

«Hadi, git, Pelageya! Al şu sopayı!» dedi Sizov, ve kırık bayrak direğini ona uzattı:

Ana’ya acı ile, saygı ile bakıyorlardı. Bir sevgi mırıltısı işitildi. Sizov sessizce yol açtı ona. Sanki gizemli bir güç onları itiyormuş gibi, hepsi bir yana çekiliyor, sonra alçak sesle aralarında kısa konuşmalar yaparaktan Ana’nın ardı sıra yürüyorlardı.

Evinin kapısına varınca geriye döndü, elindeki sopaya dayanarak onları selâmladı, minnet dolu bir sesle usulca:

«Hepinize teşekkürler…» dedi.

Sonra, kafasında doğan yeni düşünceyi anımsadı:

«Eğer uğrunda ölen insanlar bulunmasaydı, Hazreti İsa olamazdı…»

Kalabalık sessiz sedasız Ana’ya bakıyordu.

Pelageya eğilip bir daha selâmladı onları ve evine girdi.

Sizov başını eğerek peşinden içeri girdi.

Kalabalık bir süre daha kaldı orada. Kendi aralarında kısaca tartıştılar.

Sonra yavaş yavaş dağıldılar.

[Maksim Gorki, Ana, Türkçesi: Zaven Biberyan, Oda Yayınları, 10. Basım/Eylül 1992]

Ayrıca Kontrol Et

Almanya’da İnşaat İşçileri Uyarı Grevinde

İnşaat sektöründe Kuzey Almanya’da başlayan uyarı grevleri ülke geneline yayılıyor.