“Türk Solu”



Her şeyden önce Türkiye solunun bileşenleri arasındaki büyük, derin ve tarihsel farklılıkları yok sayan ya da görmezden gelen toptancı bir genelleme özelliği taşıyor. Bu yönüyle yanlış. Daha da vahimi, Türkiye solunun ayrımsız bütün bileşenlerine yönelik milliyetçi bir husumet ve aşağılamanın ifadesi olarak kullanılıyor


H. Selim Açan

[İki aylık teorik dergi Devrimci Proletarya’nın Mayıs-Haziran tarihli 5. sayısında yayınlanmıştır]

“Türk solu” tanımlaması ulusal mücadelenin 1990’lar sonrası yükseliş sürecinde ‘yeniden’ popülerlik kazandı.*

Yalnız bu kez baştan yanlış ve negatif anlam yüklü. Her şeyden önce Türkiye solunun bileşenleri arasındaki büyük, derin ve tarihsel farklılıkları yok sayan ya da görmezden gelen toptancı bir genelleme özelliği taşıyor. Bu yönüyle yanlış. Daha da vahimi Türkiye solunun ayrımsız bütün bileşenlerine yönelik milliyetçi bir husumet ve aşağılamanın ifadesi olarak kullanılıyor. 

Öyle ki Rojava Devrimi’ni sahiplenip savunmak amacıyla Kobâne’ye koşan ve bu uğurda can veren devrimcilerin mensup olduğu örgütlerle o devrimi ve PKK’yi “emperyalizmin maşası” olarak görmekle kalmayıp her fırsatta saldıran, Kürtlerle yan yana görünmeyi bile zûl sayıp Irak topraklarında ne işlerinin olduğunu sorması gereken asker kayıpları üzerine Türk Genelkurmayı’na başsağlığı mesajı gönderecek kadar fanatik sosyal şoven TKP’yi aynı kefeye koyan bir mantığı yansıtıyor. 

Bu hasmane yaklaşım, Türkiye solunun kimi bileşenlerinin Kürt özgürlük hareketine yaklaşımı ve onunla ilişkilerinde faydacı ya da düşmanca bir politika izledikleri durum ve kesitlerde alevleniyor. Temelinde sinsi ya da açık bir sosyal şovenizmin yattığı bu tutum ve politikalara duyulan haklı öfke ve tepki o oportünizmin sahiplerine -ve tabii buna çanak tutanlara da- yöneleceği yerde Türkiyeli devrimci sosyalist yapıların tümünü hedef alıyor. 

TİP’in ve HDP/DEM Parti bileşeni kimi parti ve çevrelerin hem 2023 Mayıs hem de 2024 Mart seçimleri sürecinde izledikleri samimiyetsiz bencil politikalar bunun son örneği oldu. 2023 Mayıs seçimleri sürecinde TİP, o zamanki HDP ile ittifak içindeymiş gibi görünerek kendi başına rüyasında bile göremeyeceği bir güç ve popülerlik kazandı. Fakat bir taraftan müttefikmiş gibi yaparak HDP’nin olanaklarından yararlanırken diğer yandan Kemalist Türk orta sınıfın CHP’den soğumuş kesimlerinin desteğini kazanmak için Kürtlerle arasına mesafe koymuş görüntüsü veren ikiyüzlü bir politika izledi. Mayıs seçimlerinin HDP tabanında da hayal kırıklığı yaratan sonuçlarının ardından -sadece TİP’le de sınırlı kalmayan- bu garip ittifak ilişkileri Kürt halkı içinde haliyle sorgulanmaya başladı. 

Barzani yandaşları başta olmak üzere Kürt milliyetçisi kesimler ve İslamcılar tarafından özellikle kışkırtılan bu sorgulama sırasında “Türk solunu daha ne kadar sırtımızda taşıyacağız” sorusu daha yaygın olarak daha yüksek sesle sorulur oldu.**

İş o noktaya geldi ki, son yılların en görkemli kutlamalarına tanık olduğumuz son Newroz’da kendilerini Kurden Nasyonalist olarak tanımlayan faşist bir grup İstanbul’da Türkiye devrimci hareketinin sembol isimlerinden Deniz Gezmiş’in posterlerine saldırıp yüzbinlerin ortasında ayin yapar gibi onun fotoğraflarını yakma cesaretini bulabildi. O Deniz Gezmiş ki, Kürt devrimciliğinin uyanışını da ivmelendiren 1971 devrimci kopuşunun öncülerinden olmakla kalmayıp idam sehpasında son nefesini verirken “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi” diye haykırmış bir devrimciydi. Fanatik Kürt milliyetçisi olarak boy gösteren bu karanlık çevrenin “Türk solu” yanında LGBTİ+ bireylere dönük benzer saldırı girişimlerine İzmir ve Amed Newrozları’nda da tanık olundu.*** Sözünü ettiğimiz ayrımsız “Türk solu” düşmanlığı andığımız karanlık çevre gibi marjinal kesimlerle sınırlı kalsa ihtiyatı elden bırakmadan üzerinde fazla durmayabilirsiniz. 

Fakat kökeninde dar milliyetçiliğin yattığı düşmanlaşmaya açık bu yaklaşım ve ruh hali maalesef ‘olağan’ görebileceğiniz sınırların dışına taşacak ölçüde yaygın. Suret-i haktan görünerek Kürt orta sınıflarının ruh hali ve beklentilerine tercüman olmayı iş edinmiş İrfan ve Hamza Aktan kardeşler gibi gazetecilerden Kürt özgürlük hareketinin kimi orta ve alt düzey kadro ve taraftarlarına kadar oldukça geniş bir kesim tarafından da paylaşılan bir yaklaşım ve ruh halinin dışa vurumudur bu milliyetçi “Türk solu” algısı ve tepkisi. İşlerin ve ilişkilerin yolunda gittiği olağan zamanlarda ‘aşılmış’ gibi görünürken herhangi bir terslik ya da hayal kırıklığı yaşandığında dışa vurup çok çabuk taraftar bulabilmektedir. 

Kurden Nasyonalistlerin İstanbul Newrozu’nda bu kadar pervasız bir saldırganlık sergileyebilmeleri ya da İzmir Newrozu’nda başlangıçta 10-15 kişiden ibaret bir güruh olarak LGBTİ+ bireylere saldırmaya yeltendiklerinde görevliler tarafından alan dışına çıkarılmak istenilince bir anda 70-80 gençten destek görmeleri üzerinde durulması gereken belirtilerdir. Çünkü bu örnekler, ilerde özgürlük hareketinin de başını ağrıtabilecek bir tehlikenin habercileridir. Hareketin özellikle metropollerdeki genç kuşaklar üzerindeki ideolojik-siyasi etkisi yanında moral otoritesindeki zayıflığın, en azından 1990’lı yıllar hatta 2019 öncesine oranla belirgin bir aşınmanın göstergesidir. Hepimiz biliyoruz ki, hareketin ilişkilendiği, onun kültürü ve disiplinine az çok aşina bir genç, homofobik düşünce ve yargılara sahip olsa bile Newroz gibi kitlesel bir eylemde LGBTİ+’lara böyle saldırmaz, hareketin göstereceği tepkiden çekinerek bir biçimde gemler bu duygularını. Hele Denizler konusunda böyle bir saldırganlığı aklından bile geçirmez. Özel savaş rejiminin aparatı olma olasılığı yüksek Kurden Nasyonalist gibi karanlık bir çevre bile Newroz alanlarında bu kadar rahat ve pervasız davranamaz. 

Kürt toplumunda ulusal bilinç artık kökleşmiş ve anonimleşmiş durumda. Özellikle Türkiye metropollerinde Newroz’a gelen milyonların ezici bir kısmı bu toplumsallaşmış bilinçle ulusal bir gün kutlamasına geliyor. Bunların özgürlük hareketiyle dolaysız bir bağı yok. Çoğu da inşaatlarda, merdiven altı atölyelerde, günübirlik işlerde çalışan yoksul-emekçi genç. Bu gençler aslında Kürt özgürlük davasının da geleceği. Ancak politik bilinç ve deneyim bakımından çok zayıflar ve her türlü savrulmaya açık haldeler. Ulusal hareket, bu genç kuşaklarla, onların sınıfsal konum ve ihtiyaçlarını da dikkate alan devrimci bir ulusal bilinç temelinde ilişkilenmeyi başaramazsa bu onun geleceği açısından da ciddi tehlikeler doğurmaya açık bir durumdur. Türkiye devrimci hareketinin tarihine de bugününe de bütünüyle yabancı bu kuşağın bir de “Türk solu”na karşı örtük ya da açık husumet duygularıyla şekillenmesine meydan vermemek bu açıdan önemlidir.

****

“Türk solu” tartışması bazılarına ilk bakışta bir ‘kavram tartışması’ gibi görünebilir. Fakat sorun aslında burjuvazinin ideolojik ve siyasi hegemonyasının temel direklerinden biri olan milliyetçilik ve ona karşı tutarlı devrimci tutum sorunudur. 

Burjuvazinin uluslaşma ve ulus devlet inşa sürecinde bayraklaştırdığı milliyetçilik, bu sınıfın işçi sınıfı ve ezilen halklara bulaştırdığı sinsi ve çürütücü hastalıkların başında gelir. 

Milliyetçiliğin en tehlikeli ve zararlı türünü ise ezen ulus saflarında görülen şovenizm ve sosyal şovenizm oluşturur. Milliyetçiliğin sömürgeci emperyalistler ve egemen uluslara özgü biçimi olan şovenizm ve sosyal şovenizm her zaman kibirli ve saldırgandır. Lenin’in “emperyalist ekonomizm” olarak tanımladığı keskin sosyalist görünümüne büründüğü hali dahil her biçimiyle gerici, dahası karşı devrimcidir. Hiçbir ilerici yönü ve özelliği yoktur. Farklı uluslara mensup proleterlerin birbirlerine düşmanlaşmasını kolaylaştırıcı bir rol oynar, halklar arasında düşmanlık ve nefreti körükler. 

Ezilen ulus milliyetçiliği ise her şeyden önce tarihsel bakımdan haklı bir öfkeden kaynaklanır. Emperyalizm çağında -her koşulda geçerli bir mutlaklık anlamına gelmese de- ilerici bir öz ve potansiyele sahiptir. Ancak ilerici-devrimci bir çizgide ilerlediği koşullarda bile milliyetçiliğin burjuvaziye ve burjuva ideolojisine ait olduğu, dolayısıyla insanlığın kolektif kurtuluşu davasına vereceği zararlar yanında ağır bedellerin ödendiği devrimleri dahi yoldan çıkarma riski (Vietnam ve Güney Afrika örnekleri hatırlansın) unutulmamalıdır. 

Dolayısıyla şovenizm ve sosyal şovenizm başta olmak üzere bütün türleriyle milliyetçilik, hafife alınıp küçümsenmemesi gereken bir tehlikedir aynı zamanda. 

“Gelişen kapitalizm, ulusal sorunda iki tarihsel eğilim taşır. Birincisi, ulusal yaşamın ve ulusal hareketlerin uyanması, tüm ulusal baskıya karşı savaşım ve ulusal devletlerin yaratılmasıdır. İkincisi, uluslararası ilişkinin her biçiminin gelişmesi ve sıklaşması, ulusal sınırların parçalanması, genelde ekonomik yaşamın, siyasetin, bilimin vb. yaratılmasıdır.

İki eğilim de kapitalizmin evrensel yasasıdır. Gelişmenin başlangıcında birincisi ağırlıktadır. İkincisi, sosyalist topluma doğru ilerleyen olgun kapitalizmi karakterize eder. Marksistlerin ulusal programı iki eğilimi de dikkate alır ve birincisi, ulusların ve dillerin eşitliğini ve bu çerçevede imtiyazların kabul edilmezliğini savunur. 

İkincisi, enternasyonalizm ilkesini ve proletaryanın burjuva ulusçuluğuyla, hatta onun en incelmiş biçimiyle bile zehirlenmesine karşı uzlaşmasız savaşımı savunur.” (Lenin, Ulusal Sorun Üzerine Eleştirel Düşünceler)

Lenin’den yaptığımız bu alıntı, sosyalist proletaryanın ulusal sorun ve milliyetçilik konusunda izlemesi gereken devrimci sınıf siyasetinin özü yanında asla göz ardı edilmemesi gereken iki yönünü yansıtır. 

Devrimci proletaryanın ulusal sorun ve milliyetçilik karşısındaki tutumunun tayin edici noktasını, ulusal baskı, sömürü ve hak eşitsizliğinin her biçimine hiçbir önkoşul ve tereddüt içermeyen çok net ve kararlı bir tutumla karşı çıkmak oluşturur. Bu bağlamda komünistler ve enternasyonalist devrimciler her zaman şovenizme ve sosyal şovenizme karşı uzlaşmaz mücadeleyi esas alıp onu merkeze koyar. 

Geçmişte emperyalist ekonomizm örneğinde olduğu gibi keskin bir sosyalistlik ve sınıf devrimciliği ya da günümüzde bazılarının yaptığı gibi dar ve sığ bir anti emperyalizm maskesi arkasına sığınarak kendisini gösteren sosyal şovenizmin her biçimiyle arasındaki sınır çizgilerinin bulanıklaşmasına meydan vermez. 

Ulusal hareketin hem doğasından hem de bir sınıflar koalisyonu olarak heterojen yapısından kaynaklanan yanlışlarının eleştirisi konusunda da açık sözlü davranır, yoldaşça uyarı ve eleştiri sorumluluğunun gereğini yerine getirmekte tereddüt etmez lâkin bu yanlışların eleştirisi görünümü altında kendi burjuvazisi ve genelkurmayla aynı telden çalmayı da alçaklık ve ihanet sayar. 

Aynı enternasyonalizm, ezilen ulus milliyetçiliğinin güç kazanıp proletarya ve halklar arasında bölücü/düşmanlaştırıcı bir rol oynamasına da kayıtsız kal(a)maz. Yalnız ezen ulus milliyetçiliğiyle ezilen ulus milliyetçiliğini eşitleyip aynı kefeye koyan sosyal şovenizme savrulmamaya özen göstererek hareket eder bu konuda da.  

Sonuç olarak, her türlü gericilik ve milliyetçilik zehrini işçi sınıfının damarlarından atmak bilinç açıklığı ve ısrarlı çaba gerektiren zor ve zahmetli bir görevdir fakat bu başarılmadığı sürece proletaryanın devrimcileşmesi ve sınıf savaşımının güçlendirilip büyütülmesi mümkün değildir.  

(*) Türk Solu, Türkiye sosyalist hareketinin tarihinde Aralık 1967-Nisan 1970 tarihleri arasında yayınlanan haftalık bir derginin adıdır. MDD tezinin sözcülüğünü yapan dergi TKP’nin ’51 tevkifatı sonrası ülkede kalan eski kadrolarının sesi olarak yayın hayatına başlar. Derginin yayın çizgisine yön veren Mihri Belli’dir. Mahir Çayan, Yusuf Küpeli, Münir Ramazan Aktolga, Doğu Perinçek, Şahin Alpay gibi dönemin gençlik hareketinde öne çıkan isimler, Aziz Nesin, Asım Bezirci gibi yazarlar, İlhan Selçuk ve İlhami Soysal gibi gazeteciler yanında 27 Mayıs darbesinin tanınmış isimleri de dergiye yazarlar. Devrimci gençlik hareketi içinde yaşanan ayrışmalara paralel olarak Doğu Perinçek ve yandaşları bir darbeyle dergiye el koyarlar ama yayını fazla sürdüremezler. Türk Solu adı 2002 yılında Perinçek’in İşçi Partisi’nden kopan nasyonal sosyalist bir grup tarafından bir kez daha kirletilir, yine bir dergi adı olarak kullanılır, yayın çizgisini “milliyetçi, Atatürkçü ve solcu” olarak tanımlayan bu derginin de yayınlayan çevrenin de ömrü uzun olmaz.

(**) Bu tek yanlı sorgulama sadece birilerinin yaptığından herkesi sorumlu tutan bir adaletsizlik anlamına gelmekle kalmıyor, tepki duyulan ilişki ve sonuçların ortaya çıkmasında Kürt hareketinin sorumluluk payının görülmesini de perdeliyor. Yine TİP örneği üzerinden gidelim. Son yerel seçim sürecinde Hatay başta olmak üzere her yerde -bu kez de- bildiğini okumakla kalmayıp Türkiye solunun tamamına yön ve ayar verme hakkını kendinde görecek kadar başı dönmüş kibirli bir TİP varsa bugün karşımızda (gerçi yerel seçimler çabuk söndürdü bu balonu) bunun asıl sorumlusu geçmiş HDP yönetimidir, HDP’nin 2023 Mayıs seçimleri sürecinde izlediği akıl almaz ittifak siyasetidir. O kesitte HDP, sadece dışındaki başkalarını değil yıllardır kendisiyle omuz omuza vermiş Türkiyeli bileşenlerini de “yok” sayarak TİP’e adeta ‘Türkiyeli sosyalistlerin tek temsilcisi’ muamelesi yaptı. Onun ince sosyal şoven hesaplarla kendini dayatmasını sineye çekti. “Madem gücünüzü ölçmeyi bu kadar önemsiyorsunuz, o zaman herkes kendi yolundan gitsin” diyeceği yerde TİP’in kapris ve şımarıklıklarına göz yumdu. Sonuç ne oldu? “Bu bir seçim ittifakı değil” diye büyük iddialarla kurulan Emek ve Özgürlük İttifakı (EÖİ) samimi ve dürüst bir seçim ittifakı dahi olamadı. Ama sosyalistlik şurada dursun her kalıba kolayca girebilen cıvık bir popülizmi temsil eden TİP bu sayede yelkenlerini hak etmediği ölçüde şişirdi. Bu konuda yaptığımız yoldaşça uyarılar da dikkate alınmadı. Kürt özgürlük hareketiyle yan yana görünmekten ısrarla kaçarken Türk Genelkurmayı ile aynı safta hizalanmayı içine sindirebilen TKP gibi sosyal şovenlere ya da TİP benzeri ucuz siyaset yapanlara her öfke duyulduğunda Türkiye solunun bütün bileşenlerini aynı torbaya doldurarak “Türk solu” diye hedefe çakıp aşağılamayı alışkanlık haline getirmiş Kürt milliyetçisi yaklaşım sahipleri sorunun bu yönü üzerine de bir durup düşünmeliler kanımca.

(***) Ortaya ilk çıktıklarında “yolunu şaşırmış gençlerin öfke hareketi” gözüyle bakılan bu çevrenin ideolojik-tarihsel referanslarını Kürt ırkçılığı oluşturuyor. “Tarihsel önder” olarak yücelttikleri isim Remzi Nafi. Remzi Nafi, üstün ırk teorisinin Ortadoğu’daki fikir babalarından biri. 2. Dünya Savaş’ında Nazi Almanya’sı için çalışan bir ajan. O dönem Nazilerin Irak’ta İngilizlere karşı başlatmak istediği Mammut operasyonuna liderlik eder. Bu operasyon sırasında İngilizler tarafından yakalanır ve gördüğü işkenceler sonucu 1949’da ölür. Nazi ideolojisine bağlılığı ile bilinen Remzi Nafi bazı karanlık çevreler tarafından ulusal bir lider olarak parlatılmaya çalışılmaktadır. Bunların başında Güney Kürdistan’da boy gösteren Hawpa (Soranice işbirliği, Kurmanci karşılığı Hevkari) adıyla tanınan grup geliyor. Kuzey’de peydah olan Kurden Nasyonalist de zaten Hawpa’nın kankası, daha doğrusu uzantısı. Sosyal medya üzerinden yürüttüğü propaganda faaliyetiyle Kürt gençliği içinde taban edinmeye çalışan Hawpa, kuruluş tarihi olarak 1943 yılını benimsemiştir. Bu tarih Remzi Nafi’nin Irak’ta İngilizlere karşı ayaklanmasının tarihidir. Hawpa bayrak olarak siyah zemin üzerine beyaz güneş ve içinde gamalı haç sembolünü kullanırken Kurden Nasyonalist siyah zemin üzerine sarı güneşi kullanmaktadır. Her iki faşist çevre de Nazi selamı vermektedir.

Ayrıca Kontrol Et

Eleştiride Samimiyet Özen Gerektirir

En temel metinleri bile okumadan söz söyleme sorumsuzluğuyla hareket eden bir anlayışla devrimci bir polemik yürütmenin aslında yararsız bir çaba olacağını düşünüyoruz