Şu batakta ustalaşmış arkadaşlarla birlikte, Beyazıt’taki Harbiye Nezareti binasının bahçesinde 330 sandık dolusu jurnalin Harekât Ordusu’nun kararıyla yakılışını başıbozuklarla birlikte, kollarımız yana sarkık, seyretmişiz. Hep ara yerlerde durmuşuz. İşimiz gücümüz, seyir, temaşa, televizyonun altından akan yazılar. Hiçbir iyi eylemin önünde, şöyle Gümüşsuyu’ndan aşağıya, Kabataş’a doğru flamalarla, bayraklarla yürümemişiz, hattâ yürüyenlerin arkasından bile yürümemişiz, yürüyenleri ve yürüyenlere satırlarla saldıranları bir sokağın başından seyretmiş, dağılmışız, kendimizi ömrümüzün bir ânında bir yerden başlatmamışız.
(…)
Herkes kendine güzel bir acı buluyor, sımsıkı sarılıyor ona, acıyı köleleştiriyor, acıdan kör bir itaat bekliyor, sonra acı efendi oluyor, bu sefer de acının egemenliği herkesten gizleniyor, ancak hiç tanınmadık birine, örneğin gece yarısına doğru gelip bir sigara isteyen, babası Terzi Cevat tarafından sevilip sevilmediğini hiç öğrenememiş emekli tarih öğretmenine, yirmili otuzlu yaşlarından yıllar sonra, milattan da epey sonra, yirminci yüzyılın sonuna gelmişken, yani vakit bir hayli geçmişken, birine gönül vereceği tutmuş ama kafasında daha bir plan bile yapamadan, kimselere, kendine bile açamadan, onu hemencecik yitirmiş adama, yine de hiçbir şey olmamış gibi pazardan boyuna ıspanak, elma alıp evine götürebilen birine, eyvanlı harap hanın ardındaki köy diyerek, anlatıyor da anlatıyor.
Sigarayı filtresine kadar içtiğim halde bir keyif alamıyorum.
Bir an sonra içime yılgınlığın kara bulutları yığılıyor, bir kanepeye, bir ağaç altına kendimi boylu boyunca atıyordum. Hayal gücümün penceresinden gördüğüm engin boşluk; dağ yollarında yoksul patikalar, karşıdan sisler içinden görünen mavi ada derken, küçük bir müdahaleyle, demiryolları, şoseler, elektrik, telefon direkleri, dolayısıyla elektrik ve telefon faturaları, bilet paraları, tamir ücretleri, pazar, market masrafları, kredi kartları, bankalar, vergi dairesindeki sıkıntılı memurlar ve daha bir sürü ıvır zıvırla doluveriyordu. Ağzında yiyeceği, bezin kenarından kendini toprağa bırakıveren o zararsız kara karınca bu kez yolunu şaşırıp bir şezlongda yan gelip yatmış birinin ayağına tırmanıyordu. Ve işte besbelli, yine sonu yorgunluk olan o yokuşu çıkıyordum.
Ağırlığımız yavaş yavaş kayboluyor sanki, dünya bizi daha yenilir yutulur buluyor, dünya yaratıkları, örneğin eşekarıları daha saldırgan bir tavır sergiliyor. Çalılar daha sert, dikenler batmaya daha teşne. Belki de bağışıklık sistemimizi zayıflatan nobran davranışlara, hoyrat insan ilişkilerine vâkıflar. Sabah yataktan kalkarken bir şükür sözcüğü mırıldanamayacağımız günlerin geleceğinden umutlular, bunu dört gözle bekliyorlar.
[O Sonbahar, O Kış / Kamil Erdem / Sel Yayıncılık]