1. Konferans’ın üzerinden 5 ay bile geçmemişken 12 Eylül faşist darbesi oldu. Darbe, yaz aylarından itibaren artık göstere göstere geldiği halde, devrimci hareketin saflarında belirgin bir şaşkınlık yarattı. TKP ve TİP başta olmak üzere Sovyetçi revizyonist kampın mensupları arasında ise kelimenin tam anlamıyla panik ve korkuya yol açtı. DİSK ve bağlı sendikalar başta olmak üzere dönemin birçok kitle örgütünün yönetimini ellerinde tutan bu revizyonizmin temsilcileri, cuntaya karşı direnmeyi düşünmek şurada dursun, yılgınlık ve teslimiyet bayrağını ilk günden çekerek ortalıktan sıvıştılar. Metalde 80 bin işçinin grevi başta olmak üzere sürmekte olan grevleri yüzüstü bırakıp işçileri kaderlerine terketmekle kalmadılar; sıkıyönetim karargahları önünde teslim olma kuyruğuna girdiler.
Moskova’nın sesi TKP, bu rezil pratiğe uygun pespayelikte “teorik fanteziler” üreterek ortalıktaki şaşkınlık ve kafa karışıklığını büyütmeye soyundu. TKP’nin iddiasına göre, “bu bir faşist darbe değildi, hatta dönemin perde arkasındaki güçlü isimler Haydar Saltık başta olmak üzere kimi generaller demokrat eğilimlere sahiplerdi, ordunun hedefinde MHP’li katillerle onlar gibi cinayetler işleyen solcu goşistler vardı…”. TKP aylarca sürdürdü bu temeldeki propagandayı.
12 Eylül sabahı kendini önce pratikte göstermeye başlayan tasfiyecilik, çok geçmeden ideolojik-siyasi alana da sıçradı. Bu alanda tasfiyecilik kendini başlangıçta ipe sapa gelmez “teori” ve “tezler” biçiminde gösterdi. Dönemin en hızlı tasfiyecilerinden biri olan Kurtuluş’un, darbeyi ve cuntayı “faşist” olarak değil de birbirlerine güç yetiremeyen işçi sınıfı ile burjuvazi arasında kalan güçlerin temsilcisi “Bonapartist” bir hamle ve rejim denemesi olarak değerlendirmesi tasfiyeci fantezi merakının çarpıcı bir örneğiydi.
Teslim bayrağını baştan açıkça çeken Sovyetçi revizyonistlerin dışında kalan güçlerin hal ve gidişi de pek güven verici değildi. Dönemin en kitlesel devrimci örgütlenmesini oluşturan Dev-Yol başta olmak üzere hepsinde bariz bir durgunluk ve hazırlıksızlık göze çarpıyordu. Hepsi de yasallığın rehavetine alışmış kitlesel açıdan büyük örgütler, doğru dürüst bir bildiri bile çıkaramaz hale düşmüşlerdi. Küçük burjuva maceracı bir çizgiye sahip olanların da sesi soluğu çıkmaz oldu. Faşist cunta şefi Kenan Evren bile, “bu kadar kolay bir başarı beklemediklerini” sonradan itiraf etti. 12 Eylül’ü izleyen günler ve aylarda işçiler ve emekçiler bütün bu örgütlerin varlığını daha çok yedikleri zincirleme merkezi operasyonlar vesilesiyle duyar oldular. Zaten hemen hepsi 6-7 ay içinde peş peşe çökertildi.
Merkez Komitesi üyelerinden en alt birimdeki kadro ve taraftarlara kadar TİKB güçleri, askeri faşist darbeyi büyük bir soğukkanlılıkla karşıladılar. Sokağa çıkma yasağı kalkar kalkmaz toplanan MK, darbenin hemen ardından yayınladığı bir genelge ile “bulunulan her alanda cuntaya karşı canla başla direnme” kararını tüm örgüte duyurdu. Mülteciliği bütün örgüte yasakladı. Bulunulan her alanda işçi ve emekçi kitleler TİKB’yi asla gözden kaybetmemeli, devrimci öncülerini önlerinde görmeye en fazla gereksinim duydukları bu zor ve karanlık günlerde onu daima görmeliydiler. Sadece darbeyi izleyen o ilk dönemde değil, bütün 12 Eylül dönemi boyunca TİKB bu temel ilkeye uygun hareket etti.
Aldığımız direnme ve dövüşme kararına uygun olarak, cunta işbaşına geldiği sırada baskıda olan ORAK-ÇEKİÇ, darbeyi ve günün görevlerini tahlil eden yazılar da eklenerek hemen dağıtıma çıkarıldı. ORAK-ÇEKİÇ’in aksatılmadan çıkarılması ve olabildiğince yaygın dağıtımının yanı sıra 12 Eylül’ü izleyen ilk aylar boyunca cuntaya karşı direniş ve mücadele çağrısı içeren sayısız bildiri çıkarıldı; pullama, yazılama, kuşlama, pankart asma, vb. eylemleri yapıldı. İşçi ve emekçi semtlerindeki kahvelerde, pazar yerlerinde, fabrika önleri ve servis arabalarında, okullarda, işyerlerinde yoğun bir sözlü propaganda ve ajitasyon faaliyeti yürütüldü. Bu faaliyetler, o günkü koşullarda faşist sıkıyönetim devriyeleriyle sık sık girilen silahlı çatışmalar, vurmalar- vurulmalar, tutsak düşmeler pahasına gerçekleştirildi.
Dönemin gereği olarak silahlı bir biçimde yürütülen bu faaliyetlerin yanı sıra önceden plânlanmış devrimci silahlı eylemler de düzenlendi. Nitekim MK üyesi yiğit yoldaşımız, TİKB ruhunun mimarı, olağanüstü yeteneklere sahip askeri komutan Osman Yaşar YOLDAŞCAN, cuntanın işbaşına gelişinden 17 gün sonra (29 Eylül 1980) böyle devrimci bir eylemin hazırlığı sırasında karşılaştığı faşist güçlerle girdiği silahlı çatışmada ölümsüzleşti. Kendisini bir inşaatta sıkıştıran faşist ordu birlikleri ve polis sürüleriyle saatlerce çatışan Osman’ın bu soylu direnişi, 12 Eylül cuntasına sıkılan ‘ilk kurşun’ oldu. Adana İl Komitesi üyesi yoldaşımız Metin AYDIN da, azılı bir halk düşmanının cezalandırılması eyleminin hazırlığı sırasında 11 Aralık 1980 günü yine son mermisine kadar çatışarak toprağa düştü.
12 Eylül karşısındaki taktiğimiz doğru ve devrimciydi. O günlerde belirleyici bir önem kazanan paniğe kapılmamak ve devrimci perspektifi yitirmemek esası üzerine kurulmuştu. Mülteciliğin yaptığı gibi mücadeleden kaçışı ve eylemsizliği değil, kitlelere önderlik ve öncülük ederek cuntaya karşı dövüşmeyi ve kazanmayı öngörüyordu. Ama bu arada, mücadelenin koşullarındaki değişmenin anlamını ve bunun olası sonuçlarını yeterince vurgulamamak gibi “sol” diyebileceğimiz bir hataya düştük başlangıçta. 12 Eylül darbesinin gelip geçici ve sıradan bir saldırı olmadığının farkındaydık. Ama onun bu kadar kolay başarı kazanıp, bu denli uzun süreceğini ve sonuçlarının bu denli ağır ve yıkıcı olacağını doğrusu tam olarak kestirememiştik.
Başlangıçta bu bir yerde doğaldı. Sürecin henüz başındaydık. Kimin kazanacağı ortadaydı. Ancak faşist cuntanın devrimi ezmek için vargücüyle saldıracağından ve bunun için azgın bir teröre başvuracağından da hiçbir kuşkumuz yoktu. Bu noktada bizi asıl yanıltan, antifaşist devrimci örgütlerin bu denli kof, bu denli tabansız çıkmaları oldu. Onların ideolojik siyasi-örgütsel çizgi ve yapılarındaki ciddi zaafları önceden de büyük ölçüde görmemize, bazılarının çok çabuk, hatta baştan pes edebileceklerini beklememize rağmen açıkçası bu kadarını beklemiyorduk.
Cesur olmak kadar tedbirli olmayı da gerektiren uzun sürebilecek zorlu bir sürece girdiğimizin yeterince vurgulanmaması, tabana doğru indikçe kadrolarımız içinde, örgütsel faaliyet ve mücadelenin uzun vadeli sürdürülmesinin önemini yer yer gözden kaçıran bir dar görüşlülüğe, tehlikelerin küçümsenmesine, dolayısıyla tedbirsiz davranışlara yol açtı. Özellikle cuntanın ilk dönemlerinde yediğimiz kimi darbelere bu dar görüşlülük ve tedbirsizlik neden oldu.
Geri çekilme kararı
1981’in yaz aylarına girildiğinde dengeler artık tamamen devrimin aleyhine dönmüştü. Cunta duruma hakim olmuştu. Kısa sürede denetim altına alabildiği sınıf ve kitle eylemlerini tümüyle bastırabilmişti.
Devrimci kitleler ve ilerici kamuoyu, büyük bir düş kırıklığı ve bunun körüklediği oldukça yoğun bir karamsarlık içindeydiler. Umut bağladıkları devrimci hareket ve örgütler kendilerini yüzüstü bırakmakla kalmamış, cuntanın daha ilk yüklenişinde tamamen çökmüş veya felç olmuşlardı. 12 Eylül öncesi burnundan kıl aldırmayan nice “büyük” örgüt, cuntanın dahi ummadığı ölçüde kof çıkmıştı. Bu durum, faşist generaller çetesinin cesaretini ve küstahlığını kamçılarken, kitleler, devrimci kadro ve sempatizanlar içinde müthiş bir moral bozukluğu ve manevi çöküntü yaratmıştı. Alınan bütün fiziki darbelere rağmen küçümsenmeyecek sayıda devrimci militan hâlâ dışardaydı. Ama bunlar örgütsüz, öndersiz, merkezi bir yönlendirmeden yoksun bir başlarına bırakılmışlardı.
Küçük burjuva sağ ve “sol oportünizmin körüklediği 12 Eylül öncesinin “yakın devrim” hayallerinin yerini şimdi hızlı bir değer erozyonu, karamsarlık ve teslimiyet eğilimleri almıştı. Devrim ve devrimci geleceğe güven ve umut kalmamıştı insanlarda. Dolayısıyla direnme isteği ve mücadele azmi de. Mücadelenin somut koşullarında meydana gelen ve artık açık ve kesin bir hal kazanan bu değişiklikleri dikkate alarak TİKB, 1981 Haziranı’nda, o güne dek savunduğu ve vargücüyle yaşama geçirmeye çalıştığı “saldırı taktiği’nin yerine “geri çekilme” kararı aldı.
Bu kararın nedenleri ve nasıl anlaşılması gerektiği OÇ’nin 4 Haziran 1981 tarihli 24. sayısında yayınlanan “Görevimiz; güçlü, kararlı, devrimci kitle eylemlerini hazırlamaktır” başlıklı başyazısında açıklandı. Koşullardaki değişime dikkat çeken yazı, “…Sonuç olarak, 12 Eylül öncesiyle bugünkü durum arasında devrim dalgasının kabarma zamanıyla geri çekilme zamanı arasındaki fark gibi temel bir farklılık doğmuştur” tespitinde bulunuyordu.
Devamla, “12 Eylül öncesindeki durumun tersine bugün faşist karşı devrimci dalganın kabarması buna karşılık devrimci dalganın geri çekilmekte oluşu, komünistlerden, mücadele yöntemlerini ve araçlarını değişen koşullarını göz önüne alarak değiştirmelerini istiyor. Yoksa, hangi dönemde olursa olsun her komünistin, her devrimcinin değişmeden kalan temel görevinden vazgeçmeyi değil… Bu temel görev, işçi sınıfı ve emekçi halk yığınlarını devrim yolunda devrimci eylemlere seferber etmeye, ezilen yığınları bunun için eğitip örgütlemeye çalışmaktır.
Bu nedenle 12 Eylülün hemen ertesinde ‘geri çekilme taktiği’ olarak kendini gösteren sağcı yılgınlık, daha savaşa girmeden teslim bayrağını çektiği için dönektir. O, tuttuğu bu yolla devrimcilerin temel görevini yerine getirmekten vazgeçtiği için, komünist ve devrimci olma hakkının da ötesinde kararlı bir antifaşist olma hakkını dahi kaybetmiştir.
Fakat öte taraftan, koşulların değişmiş olmasına rağmen çalışma yöntemlerinde, mücadele biçimlerinin ve sloganlarının kullanımında, kitlelerin örgütlenmesinde vd. hâlâ 12 Eylül öncesinin çizgisini aynen sürdürmeye çalışmanın da devrimci tutarlılıkla bir ilgisi yoktur. Ayrıca bu pratikte mümkün de değildir’ dedikten sonra, “Bugünkü durumda başta gelen görevimiz nedir” sorusunu soruyor ve şöyle yanıtlıyordu:
Kitlelerin devrimci bir atılım içinde oldukları, kitle eylemlerinin yükseldiği 12 Eylül öncesinin koşullarında başta gelen görevimiz, bu atılıma daha büyük bir hız kazandırmaya, kitlelerin saldırısının çapını hızla büyütmeye, ezilen yığınlara önderlik ederek halk hareketini devrimci bir çizgide ilerletmeye çalışmaktı.
Kitle eylemlerinin durduğu, emekçi yığınlar içinde daha çok bir bekleyiş havasının, devrimci eyleme geçmekte çekingenliğin egemen olduğu bugünkü koşullarda ise görevimiz, geniş işçi ve emekçi yığınları yeniden güçlü, militan ve kararlı saldırılara girişmek için hazırlamaktır.
Dün yığınları siyasal grev ve direnişlere, silahlı sokak gösterilerine, genel greve çağırıyor ve bunları örgütlemek için çalışıyorduk. Bugün ise çoğu yerde işe yemek boykotu, iş yavaşlatma, kısa süreli direniş gibi en geri mücadele biçimlerini örgütlemeye çalışmakla başlamak zorunda kalmaktan yılmamalıyız, karamsarlık ve hayal kırıklığına kapılmamalıyız…
TİKB’nin bu taktik değişikliği, çok önceden havlu atan “geri çekilmeci” oportünistlerin bazıları tarafından ilerleyen yıllarda demagoji ve spekülasyon konusu yapılmak istendi. Kendilerinin daha işin başında korkakça kaçışlarını “hakli’ gösterme çabası içine giren bu yüzsüzler, TİKB’nin de sonunda “onların dediklerine geldiği” havalarına girdiler. Bunu, kendi “uzak görüşlülükleri’nin bir kanıtı olarak göstermeye yeltendiler.
Yalnız bu oportünist demagoglar aradaki bazı “küçük” farkları unutmuş görünüyorlardı. Birincisi, onlar daha işin başında, devrimin kazanma umudu ve şansı hala varken kavgaya bile girmeden kaçmışlardı. TİKB ise bu şansı hem de gücünün çok üstünde bir çabayla zorladıktan, ama buna rağmen devrimin yenilgisi artık açık ve kesin bir hal aldıktan sonra “geri çekilme’ kararı aldı. İkincisi, onlar “geri çekilme” adı altında herkesi ve her şeyi yüzüstü bırakarak panik halinde ortalıktan sıvışmışlar, hepsi fiilen mültecileşmişlerdi. TİKB ise sadece düzenli ve soğukkanlı bir biçimde geri çekilmekle kalmadı, geri çekilme sırasında dahi ne öncü mevzilerini terketti ne de mücadele ve direnişi elden bıraktı. Bu iki temel fark, hızla bayağı bir tasfiyeciliğe dönüşen oportünist “geri çekilmecilik” ile TİKB’nin geri çekilişi arasında yalnızca özde değil biçimde ve doğurduğu sonuçlarda da kendini gösteren nitel bir ayrım oluşturur.
Gerçi “geri çekilmeyi” daha öncesinde gündeme getirenler bizim aramızdan da çıkmıştı. MK’nın 1980 Aralık sonunda yaptığı toplantıda, o zamanlar sekreter konumundaki MK üyesi tarafından yapıldı bu öneri. Ona göre, “kadrolarımız mücadelenin koşullarındaki değişimin ve işlerin ciddiyetinin hala farkında görünmüyorlardı. Değişen fazla bir şey yokmuş gibi 12 Eylül öncesi tarz ve alışkanlıklarını sürdürüyor, rahat ve tedbirsiz hareket ediyorlardı. Böyle gidecek olursa cunta işimizi çabuk bitirirdi…”
MK’nın diğer dört üyesi şiddetle karşı çıktılar bu sağcı öneriye. Direnmeyi dahi düşünmeyen tasfiyecilerle aramızdaki farkları ortadan kaldırıp silikleştirecek olmasının dışında kadroları eğitmenin, dönemin özelliklerini kavrayarak uzun vadeli düşünmelerini sağlamanın yolu bu olamazdı. Dönemin farkını kadrolarımıza örgüt içi bir eğitim kampanyasıyla da kavratabilirdik. Yani sıra gündelik faaliyetleri daha sıkı kurallara bağlar ve bunlara uygun hareket edilmesini daha yakından denetleyebilirdik. Bundan da önemlisi, böyle bir gerekçeyle taktik değişikliği yapılamazdı. İşçi sınıfına ve emekçi yığınlara devrimci öncülük iddiasını taşıyan komünist bir örgüt, taktiklerini, her şeyden önce ‘devrimci öncü misyonunun yüklediği tarihsel sorumluluklar ışığında belirlerdi. Güçlerini de bu temelde eğitir, hazırlar ve yönlendirirdi. Üçüncüsü, belirgin bir yılgınlık ve panik içindeki TKP, TİP ve DİSK çevreleri dışında cuntaya karşı anlamlı ve etkili bir devrimci direniş örgütlemenin hala olanaklı olduğu o tarihsel kesitte “geri çekilme” kararı almak, hızlı tasfiyecilerle aynı konuma düşmekten başka bir anlama gelmezdi. Ve TİKB asıl o zaman “biterdi”.
O günlerde TİKB olarak merkezi faaliyetimiz, ORAK-ÇEKİÇ’in düzenli çıkarılması ve olabildiğince yaygın dağıtımı üzerine kuruluydu. Her sayı yaklaşık 5 bin OÇ dağıtıyorduk. Faşizmin “yenilmezlik” yaygaralarının ortalığı inlettiği bir evrede devrimcilerin varlığını ve sesini kitlelere ulaştırmanın önemi bir kat daha artmıştı. ORAK-ÇEKİÇ’in düzenli yayını ve elden geldiğince yaygın olarak dağıtılması, o tarihsel koşullarda bu yüzden bir kat daha büyük önem taşıyordu. OÇ dışında bildiri, pul, kuş, afiş, yazılama, pankart asma gibi yöntemlerin de kullanılmasına karşın yeraltı yayınının düzenli bir biçimde çıkarılıp dağıtılmasının yeri başkaydı. Eğer “… mış” gibi yapmak peşinde değil de, tarih önünde,12 Eylül faşizmine karşı net ve kararlı bir devrimci duruşun gereklerini yerine getirmek amacındaysak ORAK- ÇEKİÇ’ten vazgeçemez, onun dağıtımını var’la yok arası bir düzeye indirgeyemezdik. Zaten sadece MK çoğunluğu olarak değil, örgütün bütün temel kadro ve taraftarları olarak bu konuda 12 Eylül öncesi düzeyimizi korumakta ısrarlıydık. Osman yoldaşın şehit düşmesi üzerine yayınladığımız bildiride de vurguladığımız gibi, “faşist cuntadan hangi darbeyi yiyecek olursak olalım, aramızdan alınan ya da tutsak düşen yoldaşlarımızın boşluğunu hissettirmemekte kararlıydık.”
Bu devrimci kararlılık, TİKB’nin faaliyetlerini kesintisiz olarak yürüttüğü 1985 Martı’na kadar sürdü. ‘81 sonlarına kadar 5 bin tirajını koruyan ORAK-ÇEKİÇ dağıtımı, 1983 sonlarına gelindiğinde 3 bin 500 civarındaydı. 1984 sonrasında bu sayı haliyle daha fazla düştü. Bu arada ORAK-ÇEKİÇ, 12 Eylül’ün en karanlık günlerinde dahi -1983 sonuna kadar- faşizmin zindan duvarlarını da delerek Sultanahmet’ten Metris’e, Alemdağ ve Kabakoz’dan Sağmalcılara, Mamak’tan Adana-Köprüköy’e, Antakya’dan Mersin’e kadar birçok cezaevine çoğu kez tıpkı basım olarak girdi.
[Bu yazı Tarihimiz adlı kitabın 41-47 sayfalarından alınmıştır]