Latin Amerika’nın Kesik Damarları: Eleştirel Ütopyadan “Bağımlılık Teorisi”ne Eduardo Galeano



Eduardo Galeano ütopyanın geçmişin kayıp cennetini kurtarmakla ilgili bir şey olmadığını, gelecekte gerçekleşeceğini söylüyordu. Bu yüzden ona göre hikaye yeniden yazılmalıydı 


Özgür Uyanık

“Bolivya kasabası Llallagua madenle yaşıyordu. Ve maden, onların çocuklarını yiyip yutuyordu. Obrukların içine girip, dağların bağırsaklarından ilerleyip kalay damarlarının peşine düşen madenciler bu sürek avında kaybettiler; birkaç yıl içinde ciğerlerini ve hayatlarını.

Orada biraz vakit geçirmiş ve bazı arkadaşlar edinmiştim.

Fakat ayrılma vakti gelmişti.

Madenciler ve ben bütün gece içtik, hüzünlü şarkılar söyledik ve en pis şakaları yaptık.

Şafak atımına yakın, siren çığlığının onları çağırmasına az bir zaman kala; arkadaşlarım, hepsi birden sustular ve içlerinden biri sordu, istedi ya da emretti:

‘Şimdi kardeş, bize denizin nasıl olduğunu anlat.’

Dilim tutuldu.

Israr ettiler;

‘Anlat bize; nasıldır deniz?’

İçlerinden hiçbiri denizi asla göremeyecekti, hepsi erken ölecekti ve benim onları ıslatacak kelimeler bulup, çok uzaktaki denizi getirmekten başka çarem yoktu.” 

(Sobre mi primer desafío en el arte de narrar /Minerva)*

***
Eduardo Galeano, 1960’ların sonunda bir gazeteci olarak tanıklık yaptığı Bolivya’daki madenci grevinin ardından yaşadığı dönüşümü bu kelimelerle anlatıyordu. 

Denizi göremeyecek olanlara dalgaların sesini taşımalı. Ve derilerinin yandığını hissetmeliler denizin tuzundan…

Çünkü ona göre “Sanat, gerçeği söyleyen yalandır”.

Belki de bu yüzden “Latin Amerika’nın Kesik Damarları”nın ölümsüz yazarı kendini bir “düşünce adamı” ya da “entelektüel” olarak tanımlamaz. 

Kendi tanımıyla o bir “sentipensante”dir (duygusal kişi). 

Etimolojik olarak “hissetmek” ve “düşünmek” kelimelerinin birleşiminden oluşan “duygu mantığı” gibi bir anlam taşır.

Galeano, “Gerçeği söyleyen dil, duygunun dilidir” der. 

Ona göre en iyi insanlar, hissederek düşünebilen ve düşünerek hissedebilenlerdir.

Aklını kalpten ayırmayan insanları, ‘sentipensante’ insanları severim: Ne kafayı vücuttan, ne de mantığı duygusundan ayırmadan, aynı anda hem hisseden hem de düşünen.

Galeano “sentipensante” kavramını, Kolombiyalı sosyolog Orlando Fals Borda’dan almış. Fakat o daha çok kavramın hayatla ilişkisi üzerinde duruyor.

Uruguaylı yazar, hayatı duyguyla yorumlamanın bizi yaşamı yeniden üretmek için motive ettiğine vurgu yapıyor.

Bu yüzden evrenin nabzının attığı, sıradan insanların günlük hikayelerini anlatıyor. Korku tarafından kontrol edilen bir dünyanın aksine bize, insan hallerinin büyüleyici çeşitliliğinden bahsediyor. 

Kucaklaşmalar Kitabı‘nda anlattığı göğe çıkan Neguá yerlisinin açıkladığı gibi, yukarıdan bakıldığında dünya sayısız insan tarafından oluşmuş bir ateş denizidir. Dikkatli bakıldığında görülür ki herkes kendi aleviyle ışıldar. 

Birbirine benzeyen iki alev yoktur. Büyük alev ve küçük alev ve her renkten alev vardır. Hiçbir rüzgara kapılmayan sakinlik alevinden ve havaya kıvılcımlar saçan çılgın alevden insanlar vardır. Bazı alevler, şapşal alevler, ne aydınlatır ne yakarlar; fakat diğerleri hayatı o kadar büyük bir tutkuyla ısıtırlar ki gözleri kamaştırır ve yaklaşanı tutuşturur. (“El Mundo”, El libro de los abrazos, Madrid, Siglo XXI, 1993)

Galeano bilimi yüceltmiyordu. Her zaman duyguya ve doğal çeşitliliğe vurgu yapıyordu.

Gökkuşağının kaybedilen renklerini geri kazanmadan, dünyayı yeniden inşa etmenin mümkün olmadığını düşünüyordu. 

Mısırın tanelerindeki mucizeyi, insanın çaresizliğindeki eşsiz duygu zenginliğini, çocukların ve yerlilerin kabullenişindeki saflığı yazdı.

Hapiste babasına gizli kuş resimleri getiren çocukları, artık durağın var olmadığı bir köşe başında hiç gelmeyen otobüsleri bekleyen eski sürgünleri ve öldürülmeden önce bir sokak telefonundan senaryosunu aktaran yazarı anlattı.

Toplumcu, sosyalist ve bir anti kapitalistti. Bizi bencillik, bireysellik, tüketim için eğiten, insanların bir fiyatı olduğu fikri üzerine kurulu bu sömürgeci sisteme karşıydı.

Dünyadaki kıtlığın suni olduğunu ve açlığın sistem tarafından üretildiğini ifade ediyordu. Ona göre açlık, insanlar sadece ekmeğe değil, birbirlerine de ulaşamasın, kucaklaşamasın diye icat edilmişti.

Var olmayı, hissetmeyi, söylemeyi, hatırlamayı yasaklayan “evrensel bir içsel korku diktatörlüğüne tabi” yaşadığımızı yazdı.

Bu iç diktatörlük, hepimizin günlük yaşamının somut gerçeklerinden üretiliyordu.

Herkesin biri tarafından saldırıya uğramaya hazır beklediği, dünyayı her zaman güvensizlik korkusuyla yaşanan bir yere dönüştüren bir sistem. 

Ne acıdır ki Kucaklaşmalar Kitabı‘nı yayımlamasının üzerinden neredeyse 30 yıl geçtikten sonra insanların birbirinden uzak durma gerekçeleri arasına pandemi korkusu da girdi.  

“Latin Amerika’nın Kesik Damarları” bir kıtanın neden sürekli kaybettiğini gözler önüne seren çok sağlam bir altyapıya sahip bir metindir.

Eserin temelinde, Latin Amerika’nın en önemli Marksist ekolü olan Theotônio dos Santos, Ruy Mauro Marini gibi önemli hocaların “Bağımlılık Teorisi” bulunur.

Teori, Latin Amerika’nın azgelişmişliğinin temelinde uydulaşmanın yattığını savunmaktadır; Latin Amerika kapitalist pazara dahil olduğu sürece bu uydu rolünden kurtulamayacak ve kaynaklarını metropole aktarmaya devam edecektir.

Latin Amerika’nın üretim tarzı ve sınıfsal yapısının başından itibaren nasıl bağımlı tarzda geliştiğini ve kıtanın tarihsel-sosyal zincirini mükemmel biçimde gözler önüne serdi.

Kuşkusuz Marksist bir bakış açısıyla tarihi yorumladı; ancak herhangi bir rejim altında doğal kaynakların yağmalanmasına ve insanların mülksüzleştirmesine karşı çıktı, emeğin sömürülmesini reddetti.

Edebi güzelliğiyle çarpıcı bir sosyal metin yarattı. Ekonomi politiği bir aşk romanı tarzında şiirsel anlatıyla kaleme alması 1970’lerin başında bir devrim niteliğindeydi.

O zamana kadar tarihçiler, ekonomistler ve politologların (siyaset bilimci) uzmanlık alanı sayılan şeyin, aslında sıradan insanların hayatı olduğunu kanıtladı. Ve onların yaşamlarından örnekler vererek tabandan bir analiz yaptı.

Galeano’nun satırlarına Che’nin isyanla romantizmi birleştiren tonu işlemiştir. Yenilgiler büyük mücadelelerin içinde küçük ayrıntılar olarak kalmaktadır. Esas olanın kitlelerin direnişinden doğan enerji olduğunu vurgular.

Burjuvazinin, egemenlerin ya da devletlerin bu enerjinin üzerine çökerek tüketmekten başka bir iş yapmadığını göstermeye çabalar.

Galeano tumturaklı politik laflar etmedi ve akademisyenlerin her anlama gelen istatistikleriyle dolu tablolarını çöpe attı.

Latin Amerika’nın gerçeğinin sömürgeci yağma ve mülksüzleşme üzerine inşa edildiğini çarpıcı biçimde yeni kodlar yazarak ifade etti.

“Latin Amerika’nın Kesik Damarları” edebi kurgusuna karşın, sadece anti emperyalist perspektifi sebebiyle değil, burjuvazinin reformist programlarını yüceltmemesi sebebiyle de radikal politik bir metindi. 

Eser çeşitli disiplinlerden faydalanılarak yaratılmakla birlikte teorik açıdan heterodoks değildi. Korumacı ve devletçi programların kıtanın kaderini değiştireceğine dair bir umut vermedi.

Galeano’nun bu yaklaşımı ulusal demokratik devrim gibi bir aşamayı tanımayan ve doğrudan sosyalizme geçişi destekleyen niteliktedir.

Galeano, halen bu perspektifteki yegane Latin Amerikancı pratik olarak Küba Devrimi’nin politik programına yakın bir çizgide, sosyalizme doğrudan ve kesintisiz geçişi savunmaktadır.

Kitabın bugün halen güncel bir metin olmasına şaşmamak gerekir. Çünkü yazar tarihsel, sosyal ve sınıfsal düzlemde, adeta kanlı canlı, nefes alan bir yapı inşa etmiştir.

Kitapta verdiği örneklerin tümü neredeyse aynı şekliyle varlığını sürdürmektedir. 

Galeano’nun Bolivyalı madenci arkadaşları halen aynı koşullarda çalışıp erkenden ölüyor. Topraklarından kovulan yerliler çölde açlığa terk ediliyor. Büyük toprak sahiplerinin paramiliter çeteleri halen kırsalı yönetiyor.

Ve kıtanın zenginliklerine el koyup onları kuzeyin zenginlerine satan oligarşi, devletleri yönetiyor.

Daha da kötüsü; iktidara gelen halkçı yönetimler, hızla zenginleşme adına aynı ekstraktivist programa sarılıyor.

“Latin Amerika’nın Kesik Damarları” bize, bugün Venezuela’da Bolivarcı devrimin dış pazara bağımlılığını kıramadığı için toplumsal dönüşümü gerçekleştiremediğini de anlatır. Aynı durum Bolivya için de geçerlidir. 

Galeano’nun aktardığı hikaye, bağımsızlığın temellerinin biçimsel anlamda devlet örgütlenmesindeki siyasal yapılaşmalarda değil, uluslararası pazarla ilişkisinde aranması gerektiğini ortaya koymaktadır.

Bu bakış açısı bizi, bir ülkenin artı değerine kimin el koyduğu sorusuna götürür. Beş asır önce altın ve gümüşe el koyarak merkeze aktarılan gelir, bugün çok daha derin biçimde çeşitlenmiştir.

Küresel güçler bugün Latin Amerikalıların aç kalması pahasına tarımsal ürünlere, ete, hatta denizdeki canlı çeşitliliğine kadar el koyuyor.

Avrupalılar ucuza et yesin diye Amazonlar yok ediliyor. Norveç’teki alabalıkları beslemek için ormanlar kesilip soya filizi yetiştiriliyor.

Kıtanın madenleri Kanada ile Çin arasında bölüşülmüş durumda. Lityum gibi stratejik madenler Avrupalı ve Asyalı şirketler tarafından taşınıp götürülüyor.

Aktörler değişiyor ama Galeano’nun elli yıl önce çizdiği kurgu değişmiyor.

Galeano, Kesik Damarlar‘da beş asırlık kölelik düzeninden bahsediyordu. Bugün manzara çok farklı değil; insanlık dışı çalışma koşulları, kitlesel işsizlik ve gelir eşitsizliğinin en derin olduğu ülkeler halen bu kıtada bulunuyor.

Eğitim asla gerçekleştirilememiş bir ideal olarak dururken sağlık hizmetinden yoksun pandemide hayatını kaybeden milyonların, istatistiksel bir değeri dahi bulunmuyor.

Galeano, bir tarihçi, akademisyen ya da teorisyen değildi. Fakat şoförlerin direksiyon başında uyuduklarında en çok hangi rüyayı gördüklerini araştıracak kadar iyi bir gazeteciydi.

Çok iyi bir sanat eleştirmeni, karikatürist, kelime avcısı ve yazardı.

Fakat her şeyden önemlisi -kendisinin söylediği gibi- en büyük mahareti dinlemeyi bilmesiydi.

Galeano, kadınları, çocukları, yerlileri, toplumdan dışlanmış kişileri, askerleri ve siyasetçileri nasıl dinleyeceğini biliyordu.

Gürültüyü ve sessizliği, denizin ve dağın sırlarını, taşların ve kayıp medeniyetlerin ve yoksulluğun hafızasını okumayı biliyordu.

* Hikaye anlatma sanatındaki ilk mücadelem üzerine / Minerva

Ayrıca Kontrol Et

Savaşan Kadınlar Ölümden Korkmaz!

Onlar, kendi seslerinin yankısına değil dokunabilecekleri yeni insanlara ihtiyaç duyarlar. Daha rahat edebilecekleri konfor alanları değil aynı olmak zorunda olmaksızın birlikte hareket edebilecekleri örgütlü alanlar, örgütlü insanlar yaratma peşindedir