Mürüvet Küçük
[Aşağıdaki makale, Devrimci Proletarya dergisinin Eylül-Ekim 2024 tarihli 7. sayısında yayınlanmıştır]Futbolcu Melih Demiral’ın Avusturya-Türkiye maçında attığı golden sonra Türk ırkçılığının simgesi olan bozkurt işaretiyle selam vermesinin ardından yaşananların yankısı devam ediyor. Bu “yankı” ya da sözkonusu olayın ardından yaşananlar aslında bugün ne yapılmaya çalışıldığının da özeti gibidir.
O ırkçı işaret, kitlesel bir ayinin vesilesi yapıldı. Her olay ve gelişmeyi dünya-bölge ve Türkiye’de yaşanan kapsamlı krizleri göğüsleyecek, daha doğrusu daha fazla sömürü, baskı, kuralsızlık hatta savaşlara-iç savaşlara ayarlanmış süreçlere biat edecek bir toplum yaratmanın, olmuyorsa kutuplaştırmanın vesilesi yapan rejim bu fırsatı da aynı yönde kullandı: Dünyanın altüst olduğu bu koşullarda krizler silsilesi içinde inşa edilmeye çalışılan yeni rejim ve devlet tipine uygun bir toplum yaratmak yönünde…
Son zamanlarda bu amaçla kullanılabilecek her konuda olduğu gibi bu konuda da alışılmış düğmelere hızla basıldı. Irkçılığın-kafatasçılığın-şiddet ve cinnetin toplumsal bir ruh haline dönüşmesi, agresif bir aidiyet duygusu haline gelmesi için tatbikattan tatbikata koşuyormuşuz duygusunu bir kez daha yaşadık. Azerbaycan Türklerinden aşırılıp MHP’nin simgesi haline getirilen, katliamlar, kıyımlarla özdeşleşmiş bu işareti “Türklüğün tarihsel simgesi” olarak benimsetmek için dört koldan harekete geçildi. “Solcu” kimlikleriyle bilinen gazetecilerden siyasetçilere, TÜSİAD’çı patronlardan MÜSİAD’çılara kadar hepsi el birliğiyle bu kepazelikten bir kahramanlık çıkarmaya, dahası ortak bir dava yaratmaya çalıştılar. Ulusalcı faşist Bolu Belediyesi her zamanki refleksleriyle öne fırlayıp Demiral’in heykelini dikme kararı alıverdi. Onu Kocaeli takip etti. İş İzmir’e de dikilip dikilmeyeceği tartışmalarına vardırıldı.
Halkın kanlı bir tarihin simgesi olan o işaret şahsında (da) belleksizleştirilip burjuvazinin çıkarları temelinde şekillenen ve çeşitli denemelerle benimsetilen politika ve stratejilerine yedeklenmesi için söylemler alabildiğine keskinleştirildi. “One munit” çıkışının yaldızlarının çoktan döküldüğünü bilen Erdoğan, fırsat bu fırsat diyerek muzaffer bir edayla Demiral’ın golü sayesinde Hollanda’yla yapılacak maçı izlemek için buralardan kalkıp oralara gitti mesela!
Dünyadaki tüm faşistlerin dönemin ruhuna uygun olarak ortaklaştığı “ulusal çıkarlar”, “ulusal pazarımız” söylemlerinin buradaki karşılığının kof bir antiemperyalizm hatta yer yer “kapitalizm” olduğunu danışmanlarının keskin söylemlerinden ya da Erdoğan’ın dönem dönem attığı nutuklardan biliyoruz. O “milli duruş” refleksi, iktidar ve yandaşlarıyla keskin Tayyip düşmanları dahil muhalefeti bir kez daha aynı safta birleştirdi.
Her şey tıkanmış “eski rejimin” yerine kurulan “yeni” rejim ve devlet biçimine beden ve ruh kazandırmak için! Kitlelerde ona uygun bir motivasyon, aidiyet ve bütünlük duygusu yaratmak için! Krizin faturası altında her açıdan ezilen kitlelerin gerçek hedef olan bu düzene değil de kendi içlerine patlaması için!..
Rejimin arzulanan işleyişinin önüne küçük pürüzler çıkaran Anayasa Mahkemesi’ne ya da İnstagram’a, oyun sitelerine bile nasıl bir saldırganlıkla yaklaşıldığı ortada. İktidar ortaklarından Bahçeli her gün birilerine hakaret ve hedef göstermeleri farklı cümlelerle tekrarlıyor. Her açıklama, her hedef gösterme kitleleri tasarlanan suçlara ortak etme, boyunlarına geçirilecek ilmeğe rıza gösterir hale getirmek için yapılıp ediliyor. Eskiye ait olup bugün ayak bağı olarak görülen sistem mekanizmalarının bile hedef gösterilmesinde bu amaç saklı. Son olarak hayvan katliamı yasası ve sonrasında olup biten ibretlik gelişmeler de öyle. Bir el bir yerlerde tasarladıklarını sahneliyor ve kitlelerin o sahnelenenden etkilenip burjuvazi ve temsilcilerinin gelecek planlarına yedeklenmeleri hedefleniyor.
Enver Paşa’ya övgülerin bir hedefi var!
AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ırkçı-faşist Nihal Atsız’ın dizeleriyle meydanlara çıkması ya da İttihat ve Terakki’nin önemli isimlerinden Enver Paşa’ya övgüler dizmesi de bu gidişatın anlaşılması açısından manidardır.
Tek başına bu ikilinin isimlerinin gündelik siyasetin parçası haline getirilmesi bile dönemin ruhunun anlaşılması açısından oldukça manidar. Elbette Erdoğan her iki ismi daha önce de çeşitli vesilelerle anmıştı. Fakat bugünün öncekilerden bir farkı var. Emperyalist güç odaklarının süreklileşmiş biçimde bir dünya savaşı olasılığının güçlendiğinden bahsettikleri zamanlardan geçiyoruz. Bu savaşın dünya haritalarını da güç ilişkileri ve emperyalist işbölümünü de yeniden şekillendireceği aşikâr. Dahası sistemin yaşadığı yapısal krizin aşılmasının üretici güçlerin tahribi yani savaş dışında başka yolları da neredeyse yok.
Düşünsenize, neoliberal birikim modeli denilen ve tek başına üretim organizasyonları-sömürü biçimlerinin değişmesiyle sınırlı kalmayıp ideolojik-siyasi-kültürel-felsefi bütünlük oluşturan model yıllardır iflas etmiş ve yerine bir yenisi de konulamıyor. Üstüne bir de o modelin devasa toplumsal sonuçları her yerden başını kaldırıyor. Emperyalist güç dengeleri, yine o model sayesinde palazlanmış yeni güç merkezleri ve emperyalist odaklar tarafından bozulmuş, dünya pazarı üzerindeki kapsamlı kapışmalar şimdilik Ortadoğu ve Ukrayna’da olduğu gibi bölgesel-lokal-vekalet savaşlarıyla dile gelecek bir birikim oluşturmuş durumdadır.
Dahası emperyalist kapitalizmin bilimsel teknik gelişmelerle üretici güçlerde yapmaya hazırlandığı hamlelerin bile nesnel altyapısı hayli zayıf. Dünyanın iç içe geçen büyük bir emek-üretim-tüketim pazarına dönüştüğü, yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin soğuruldukça soğurulduğu, emeğin azımsanmayacak bir bölümüne çöp muamelesi yapıldığı bu koşullarda sistem önceki krizlerinden farklı olarak daha belirgin şekilde sınırlarına dayanma sancılarıyla sarsılıyor. Bu akut durumun aşılması sistemin doğası gereği milyonlarca insanın katli yanında kentlerin hatta ülkelerin ve doğanın olağanüstü ölçeklerde yıkımı pahasına savaş olarak yakın bir seçenek haline geliyor.
Sarsıntılar, belirsizlikler, ciddi çatışma ve bölgesel-lokal savaşlar, halk isyanlarıyla kasılan dünyanın yeniden düzenlenmesi için, yeniden bölüşülmesi, bölüşülen dünyada egemen gücün belirleyiciliğinde yeni bir denge ve işbölümünün oluşturulması gerekiyor. Tüm bunlar öncekilerde olduğu gibi bir savaşla mümkün olacaktır.
Erdoğan’ın Enver Paşa’yı “Türk-İslam ittihadının büyük mücahidi” olarak tanımlaması ya da ırkçı-kafatasçı Atsız’dan dizeler döktürmesi bu tarihsel eşiğin nitelikleri düşünüldüğünde anlam kazanıyor.
Enver Paşa herhangi bir isim değildir; kaldı ki İslamcı kesimler ondan bugüne kadar böyle yüceltici sözlerle bahsetmemiştir. Türk uluslaşma sürecini tepeden baskı, sindirme gerekirse soykırım yöntemleriyle inşa etmeye girişen, cılız Türk sermayesine pazar yaratmak, o pazar üzerinde yaşayan halka bir vatan ve millet duygusu kazandırmak için her türlü kanlı maceraya gözünü kırpmadan atılan tarihsel bir figürdür. Osmanlı’yı Almanya saflarında Birinci Emperyalist Dünya Savaşı’na sürükleyen isimlerin başında gelen Enver Paşa, bu savaşı bile Osmanlı’nın bakiyesi toprak parçalarında hatta kaybedilen yerlerin bir bölümünü geri almayı da kapsayacak bir ulus devlet kurmanın vesilesi olarak görmüştür. Ortak bir kader birliği duygusunun yaşanacağı, uluslaşma duygusunun motive olacağı bir süreç olarak değerlendirme peşine düşmüştür.
Dahası, diğer İttihatçı kadrolar gibi o da savaştan Fransa ya da Almanya gibi modern bir devletin omurgasının çıkarılmasını murat etmişti. Geç kalmış Türk uluslaşma ve devlet olarak varlığını tahkim etme sürecinin tüm agresif özelliklerinin toplandığı bir şahsiyetin bugün sayısız faşist-kafatasçı gençlik örgütlenmesinin simgesi olması ya da bizzat devletin dümeninde oturanlarca yüceltilmesi bu tarihsel koşullarda kendisinde simgeleşen bu anlamlarla karşılık bulmaktadır.
Nihal Atsız’ın nasıl bir kafatasçı olduğunu sayıp dökmeye gerek yok. “Milletin devlet kurması için toprağa, yani vatana ihtiyacı yoktur. Elde sağlam ve vuruşçu bir millet olursa bu vatan her zaman bulunur” sözleriyle işgalciliği-fetihçiliği salık veren, bunu bir yaşam felsefesi ve duruşu olarak sürdüren bir isim kendisi. Eldeki “vuruşçu millet”ten ne anladığıysa malum.
Her kriz ya da geçiş döneminde başını kaldıran-köpürtülen Turancılık
Tam da bu noktada Pan-İslamizm ve Pan-Türkizm tartışmalarının ilk çıkış dönemiyle bugünkü koşullar arasındaki farkın olduğu kadar kesişme noktalarının günümüz milliyetçiliğinde, işgalcilik ve ırkçılığında nasıl dile geldiğini anlamak önemlidir. Çünkü milliyetçilik de faşizm de ırkçılık da diğer her ideolojik-siyasal eğilim gibi tarihsel koşullardan bağımsız değildir ve yaşadıkları dönüşüm o tarihsel koşulların kopuş noktasını ifade eden momentlerde daha görünür bir nitelik kazanır.
Türkiye tarihi boyunca bu iki eğilimin yaşadığı dönüşüm, ayrışma ve birleşmeler de bu gerçekten bağımsız değildir. Tarihsel bağlaşıklıkları -öncesi bir yana- 12 Eylül’le pekişen, ancak arada çeşitli kopukluklar-nispi farklılıklar gösteren iki eğilimin son dönemlerde daha belirgin bir sentez haline gelmesi, bunun da mevcut iktidarda vücut bulması tarihsel dönemin ortaya çıkardığı ihtiyaçların zorunlu sonucudur.
Panislamizm ya da Türkizm (Turan) tartışmaları Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüp dağılmasının hız kazandığı 19’uncu yüzyılda başlayıp Balkan savaşıyla orduda-bürokraside-aydınlar arasında belirgin bir ideolojik-siyasi eğilim haline gelmiştir. İttihat Terakki’yle somut bir pratiğe dönüştürülmüş ve Türkiye Cumhuriyeti devleti o sürecin somut bir çıktısı olmuştur. Bugün de dünyanın bu hali içinde misakı millinin genişletilmesi eğilimi olarak karşımızda çıkmaktadır.
O zamanın aydınları, sonrasında İttihat Terakki kadroları elde vatan adına bir şeyin kalmayacağı korkusu yaşıyor, oldukça karamsar ve bir o kadar da saldırgan bir yaklaşımla hareket ediyorlardı. Özellikle Balkanlar’daki ulusal kurtuluş savaşları ve kopuşlar bu ruh halini ajite eden özel bir rol oynamıştı. İttihatçı kadroların Birinci Dünya Savaşı’na Almanya’nın bağlaşığı olarak girmeleri de bu ruh hali içinde şekillendi. İngiliz ve Fransızların Ermeni ve Rum halklarını da bir kopuşa yönlendirdikleri düşünülüyordu. Savaşa girerek hem Balkanları geri almayı hem de Kafkaslar’daki Türk-Müslüman nüfusu oluşturulacak vatanın milleti haline getirmeyi tasarlıyorlardı.
Esasında şimdilerin devlet ve toplum örgütlenmesinin yenilenmesi, dönüşüme uğratılması da tarihin yine kritik bir dönüm noktasına tekabül ediyor. Nasıl ki, Pantürkizm ya da Panislamizm tartışmaları İslam ve Türk devlet-toplum gelenekleriyle Roma-Bizans mirasının özgün bir sentezi olup kapitalizmin emperyalizme evrildiği dönemde tıkanarak sürdürülemez hale gelen Osmanlı gerçeğinin aşılması ihtiyacından doğmuşsa ve ona yön verecek bir nitelik kazanarak Cumhuriyet’in kuruluşuna ebelik etmişse, bugünkü koşullarda da Türkiye Cumhuriyeti devleti ve toplumu mevcut koşullara uygun olarak yeniden örgütleniyor.
Bu sentez, dünyanın bu hali içinde bugün Misak-ı Milli’nin genişletilmesi eğilimi olarak karşımıza çıkıyor. O zamandan farklı olarak bugün bir devlet ve vatan olarak tabir edilen topraklar var, millet de onlarca yıldır süreklileşmiş biçimde tarihsel ihtiyaçlar temelinde dönüştürülüp duruyor.
Osmanlı dönemindekinden farklı olarak bu açıdan kendisine bir vatan yaratma telaşından öte yaratılmış vatan-millet ve devleti güçlendirmek, burjuvazinin ihtiyaçları temelinde dönüştürmek sorunu var. Şimdi sıra Mavi Vatan olarak tanımlanan Libya’dan Ege kıyılarına kadar olan yerlerden Rojava’ya Musul Kerkük’e kadar sınırların genişletilmesi girişimlerindedir! Bunlar, dünyanın bu altüst oluş döneminde hem yayılmacı hayaller hem de Kürt düşmanlığının gerekçesi yapılan bölünme-parçalanma korkularıyla iç içe geçecek biçimde piyasaya sürülmektedir.
Panislamist eğilimlerin de Pantürkist eğilimler içinde eriyip sentezlendiği bu tartışmaların somut siyasal karşılığı başkanlık rejimidir. Eğitimden aileye, gençlikten kadınlara, Kürt ulusunun varlığına tahammülsüzlükten göçmenlik sorununa kadar pek çok başlık bu ihtiyaçlara göre yeniden şekillendirilmeye girişiliyor.
TÜSİAD her şeyin farkında
Bu altüst oluş ve yeniden yapılanmanın tekelci burjuvazinin eğilim ve ihtiyaçlarından bağımsız olmadığı açıktır. Faşizmin güncel izdüşümü olan başkanlık modelini ya da kışkırtılan şiddeti, orada burada pıtrak gibi çoğalan ırkçı-kafatasçı çevreleri-grupları bu dönemin ruhundan, burjuvazinin ihtiyaçlarını ve politikalarının yarattığı sonuçlardan bağımsız ele alamayız.
Bahçeli’nin ikide bir başkanlık sistemi ve Cumhur İttifakı’nı “beka sorunu” olarak kodlaması da öyledir. Ama bu gidişatın tekelci burjuvazinin eğilim ve ihtiyaçlarıyla doğrudan ilişkili olduğunun en çıplak ifadesi, o zamanlar TÜSİAD Başkanı olan Tuncay Özilhan’ın 2018 yılında yaptığı bir konuşmadır:
“Adeta dünyanın ekonomik ve siyasi karkası değişiyor. Küresel sistem tartışmaları tüm ülkelerdeki karar vericileri derinden etkiliyor. Liberal demokratik düzenin eşitlik ve adalet getirmediği, sadece Batı’nın emperyalist politikalarına hizmet ettiği iddiaları birçok ülkede güç kazanıyor. Dünyanın ağırlık merkezi batıdan doğuya doğru kayıyor. Bu sadece ekonomik güç açısından değil, siyasi ve askeri güç açısından, hatta kültürel açıdan da geçerli. Kültür ve inanç sistemleri olarak batının hegemonyası zayıflıyor, doğunun değerleri giderek yükseliyor.
Liberal demokrasi, hukuk devleti ve piyasa ekonomisinin tüm dünyaya barış ve refah getireceği beklentisinin boş çıktığını itiraf etmek durumundayız. Dünyanın ekonomik ve siyasi güç dengelerinin yeniden oluştuğu, adeta tektonik değişimlerin yaşandığı bu çağda, değişimin hızına ayak uydurabilmek için ülkelerin hızlı ve etkin karar alması gerekiyor. Değişime uyum sağlamak ve değişimin geniş kitleleri etkileyen sonuçlarıyla başa çıkmak için birçok ülkede, güçlü liderler dönemine girildiğini görüyoruz.”
Yeni devlete bir toplum ve ruh gerek
TÜSİAD ya da sermayenin diğer kesimlerinin gözlerini hangi pazarlara diktikleri ama o pazarlara kıt sermayeleri ve emperyalist işbölümü nedeniyle istedikleri düzeyde giremedikleri açıktır. O açıdan da onlar bir taraftan ulusal pazar niteliği kazanması sürecini 1950’lerde tamamlayan Türkiye (elbette ilhakı olan Kürdistan’la birlikte) pazarında emek ordusu ucuz bir cennet hayali kurarlarken aynı zamanda Afrika’ya Ortadoğu ve Kafkaslar’a uzanan bir pazarın önemli yatırımcıları ve ihracatçıları da olmak istiyorlar. Dünyanın şu hali içinde bu rolü kapmaları, hayallerini gerçekleştirmeleri zor olsa da her an bir kıyametin kopma ihtimali içinde o hayalleri devşirme umudu taşıyorlar.
Bu işin bir yanı… Diğer yanıysa ucuz emek cehennemine dönüştürmek istedikleri bu topraklardaki birikmiş öfkenin yarın nasıl patlayacağını kestirememek oluşturuyor. Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin dünyanın hercümerç olma ihtimalinin belirdiği bu koşullarda nereye evrileceğinden korktukları gibi…
Tam da bu noktada yeniden örgütlenen devlet kasnağının içini yeniden örgütlenen, dönüştürülen bir toplumsal gerçeklikle doldurmaları hepsinin ortak amacı. Gençlik ve kadınlar bu bahiste baş hedef. Gençlik için çizilen model açıktır. Erdoğan bunu “Tevfik Fikret’in oğlu Halukları değil Mehmet Akif Ersoy’un Asım neslini yetiştirmek istiyoruz” şeklinde özetlemişti. “Dindar ve kindar nesil” olarak yani… Eğitimden teknofestlere, kentlerin düzenlenmesinden “dindar-kindar” kalıbına uymayanların hedef haline getirilmesine kadar birçok yöntem ve araçla bunu yapmaya çalışıyorlar.
On yılların yıkım politikalarının yarattığı neslin bir kısmının şimdilerde MHP’yi bile sağlayan bir yönelime girdiğini düşünecek olursak bu konuda azımsanmayacak bir yol aldıkları da açık.
Zemin uygun!
Özel bir çaba harcamaları da gerekmiyor aslında. Ne de olsa on yılların neoliberal yıkım politikalarının, özel olarak işlediği kültürel kodlarla şekillenmiş, en önemlisi de bu sistemde bir gelecek beklentisi içinde olmayan yığınla genç var. İşsizliklerinin, başarısızlıklarının, parasızlık ve her türlü hayalden yoksunluklarını sistemin yıllarca aşıladığı bireyciliğin hücresine doldurup dünyaya nefretle bakan yığınla genç…
Gençlik hareketinin gerilediği, dayanışma ve birlikte hareket etme kültürünün neredeyse tamamen çözüldüğü, apartman dairelerinde odalarına, odalarında da bilgisayar masasına zincirlenmiş, beklentisiz, amaçsız, her türlü erdemden-insanlığa-doğaya karşı sevgiden soyundurulmuş bu gençler, kışkırtılan göçmen, Kürt, kadın, LGBTİ+, hayvan, muhtemelen sonra engelli düşmanlığıyla bu yalnızlıklarının, geleceksizliklerinin arasında doğrudan paralellik kurarak harekete geçmeye hazır bekliyorlar. Bunlar Erdoğan’ın “Asım’ın Nesli’ne” benzemese de yarının paramiliter orduları olarak örgütlenecek bir potansiyel olarak hazır bekliyorlar.
Bu sadece Türkiye’ye özgü olmadığı gibi dünyanın her yerinde benzer özellikte gençlerin uluslararası bir ağ kurmalarına varacak kadar somut bir olgu haline gelmiş durumda. Son olarak Eskişehir’deki Nazi hayranı ırkçı gencin gerçekleştirdiği eylem ve ardından ortaya çıkan gerçekler bu açıdan yeterince fikir vermektedir. İnsanlardan nefret ettiğini, onları böcek gibi gördüğünü, Kürtlerin, kadınların, komünistlerin, Yahudilerin öldürülmesinden zevk aldığını, bıraktığı 16 sayfalık manifestoyla anlatan 18 yaşındaki Arda Küçükyetim’in internet ortamlarında Norveçli bir faşistle ilişkili olduğu, eylemi birlikte örgütledikleri öğrenildi.
Ortak bir tahayyülden uzaklaşmış “toplum”
İktidara gelir gelmez öğrencilere ücretsiz süt dağıtılması uygulamasını sonlandırdığı için “Süt Hırsızı” olarak isimlendirilen Margaret Thatcher’in özetlediği neoliberal toplum projesinin gelinen noktada nasıl bir atomizasyon yarattığını ve bu atomizasyonun artık sistem açısından bile tehlikeli bir nitelik kazandığını sayısız örnekle biliyoruz. Keza devletin varlığının-gücünün teminatı olan ortak bir amaç ve kader birliğiyle hareket edecek bir toplumsal gerçeklik giderek zayıflıyor! Ona bunu kazandırmak için çırpınıp durulması bundan! Faşist hareketlerin ortaya çıkan bu toplumsal gerçeklik üzerinden solun da zayıflığını fırsata çevirerek nasıl tepindiklerini…
Thatcher, iktidarının dolayısıyla neoliberal yıkım politikalarının perdesini “Toplum diye bir şey yoktur. Bireyler olarak erkekler ve kadınlar vardır, aileler vardır” sözleriyle açmıştı. O günden sonra postmodern edebiyat ve sanattan üniversiteler ve okullarda verilen derslere, gündelik hayat ve tüketim alışkanlıklarından tutalım toplumsal olan her şeyin budanmasına kadar kapsamlı bir saldırı başladı. Eğitim, sağlık gibi en temel ihtiyaçlar dahi metalaştırıldı, sosyal güvenlik sistemleri yok edildi, iş ve çalışma kuralsız hale getirildi, eğitim diplomalı işsizler ordusu yaratan bir simgeye dönüştü. Kısacası toplum tüm toplumsal güvencelerden soyutlanırken, birey odaklı bir kültürle paramparça edildi.
Şimdilerin faşistleri bu gerçekliğin üzerinde tepinirken; güvencesiz, geleceksiz, umutsuz, atomize edilmiş kitlelere toplum olma, ortak amaç kazandırarak aidiyet duyguları yaratma siyaseti üzerinden hareket ediyorlar. Sadece gençlere de değil, işçi ve emekçilerin azımsanmayacak bölüklerine…
Türkiye özgülünde göçmen karşıtlığı, Kürt düşmanlığı, kadın düşmanlığı, Alevi düşmanlığı, LGBTİ+ düşmanlığı gibi sayısız çelişkinin kışkırtılması üzerinden örgütleniyor bu gençlik kitleleri. İçlerinden kendisini Ulusal Cephe olarak tanımlayanları açıktan Nazi işaretleri kullanıyor, buluşmalarında Nazi selamı verilen fotoğraflar yayınlıyor. Sadece internet üzerinden değil pratikte de örgütlenen bu faşist ekip, Zafer Partisi’ni destekleyip amacını da “Yeni bir kurtuluş savaşının fitilini ateşlemek” olarak koyuyor. Öncü olarak Atatürk, Enver Paşa, Talat Paşa ve Nihal Atsız’ı görüyorlar. Araplara ve Kürtlere karşı ırkçı afişler asıyorlar.
Onlar gibi başka birçok gençlik grubu var. Erdoğan’ın Enver Paşa’ya dizdiği övgüler de bir yanıyla bu gerçeğe seslenmeyi içeriyor. Elbette asıl olarak kurulan yeni devletin motivasyonunu, stratejisini oluşturan gerçeklere halkı da ortak edecek bir savaş çağrısını…
Avrupa ve dünyanın başka ülkelerinde de benzer niteliklerde ve o ülkelerin özelliklerine göre nispi farklılıklar taşıyan sayısız grup olduğu biliniyor. Tekil hareket edenler de şu ya da bu şekilde bu gruplarla iletişim içinde.
Sonuç olarak bunlar sistem dışı görünen ama sistemin faşist örgütlenmeler üzerinden kendisine katarak yeni dönemin paramiliter vurucu gücü olarak kullanacağı bir kitleyi ifade ediyor.
Bu gidişatın panzehiri nedir?
Faşist hareketlerin neoliberal yarılma ve yıkımın yarattığı bu toplumsal zemin üzerinden semirmeleri dünyada da Türkiye’de de yeni tartışmaları başlattı. “Bu kesimler dahil bir gelecek tahayyülü kalmayan kitlelere nasıl ulaşırız?” sorusu etrafında şekillenen bu tartışmalar daha çok Türkiye’de TKP gibilerinin daha fazla ulusalcılaşma eğilimlerinde olduğu gibi bir rota izliyor.
Oysa işçi ve emekçilerin, gençlik kitlelerinin, kadınların geleceksizliğe sürüklendiği, umutsuzluk içinde kendi içlerine patladığı bu dönemde sosyalizm propagandası yapmanın nesnel zemini dünden daha güçlüdür. İşçi ve emekçilerin yıkımının bu denli çıplak hale geldiği, doğanın akıl almaz bir vahşetle yağmalandığı, büyüyen iklim krizinin sonuçlarını gündelik hayatımızda hissedip yaşar hale geldiğimiz, teknik gelişmelerle birlikte emeğin büyük bir kısmına çöp muamelesi yapılacağının şimdiden görüldüğü, gelecek duygusunun tüm kesimler için dumura uğratıldığı kısacası çoktan sınırlarına dayanmış bu düzenin artık duvara dayandığı bu koşullarda kitlelere umut verecek bir sosyalist program ve propagandayı birleşik mücadele anlayışıyla derinliklere taşımak tek seçenektir.