H. Selim Açan
İtalyan ve dünya komünist hareketinin önde gelen isimlerinden Togliatti, devrimci karakterini henüz yitirmediği dönemde kaleme aldığı ünlü eseri Faşizm Üzerine Dersler’de İtalyan faşizminin gelişim sürecinde komünistlerin sergilediği aymazlıkların en önemlisini şöyle anlatır:
“1927 ve 1928’de Partimizin merkezinde şu sorun üzerine derinlemesine tartışmalar yapıldı: Totaliter bir faşist diktatörlüğün kurulması, faşizmi proletarya diktatörlüğünden başka hiçbir rejimin izleyemeyeceği anlamına mı gelir yoksa başka tarihsel ve siyasal olasılıklar da var mıdır?
İlginç bir tartışma. Ama biz o tartışmaları yaparken faşizm yığın örgütünün temellerini kuruyor, bizim Parti örgütlerimiz ise gericiliğin baskısı altında, canlılıklarını yitirmeye, kendi içlerine kapanmaya, sekter bir yaşamla yetinmeye, yığınlardan kopmaya başlıyordu.
Biz proleter devriminin kaçınılmazlığını kanıtlarken, asıl sorunun işçi sınıfının devrimci savaşımını muzaffer biçimde geliştirebileceği siyasal ve organik koşulları yaratmak olduğunu unutuyorduk.
Basınımız faşist işyeri temsilcileri sorunu -1927-1928 yıllarında faşist sendika aygıtı ve sanayiciler tarafından keskin biçimde tartışılan bir sorundu bu- üzerine ilginç tartışmalara girdi; ama bu tartışmalar ve değerlendirmeler, konu Mussolini’nin emriyle çözüldükten ancak üç ay sonra yayınlandı. Ve 1931’de faşizmin yeni yığın politikasının bir parçası olarak aynı sorun yeniden su yüzüne çıktığında, biz yasal çalışmamızı genişletmek ve bir firmanın işçilerini harekete geçirmek amacıyla işyeri temsilcilerinin bir kısmını olsun kullanmanın yolaçabileceği olası ‘tehlikeler’i tartışmakla yetindik. Ve ancak bugün, yani 1934’te yoldaşlarımız fabrikalarda taban hareketleri ve grevler başlatmak istiyorlarsa mutlaka faşist işyeri temsilcilerinin bir kısmından yararlanmak zorunda oldukları ansızın kafamıza dank etti.
Örnekler çoğaltılabilir. Bana öyle geliyor ki, esas olan şudur: Totaliter bir faşist diktatörlük rejiminin, komünist öncü gücünün siyasal eylemini ve ‘manevralar’ını sınırlamasını değil yaygınlaştırmasını ve düşmana hiç soluk vermeden onu amansızca izleyerek ve her konumda onunla çarpışarak cesur bir ‘politika yürütmesini’ gerektirdiğini Partimiz tam olarak ve zamanında anlamadı.
Ve bu zorunluluk anlaşıldıktan sonra bile, bütün olanaklardan hemen yararlanmasını bilemedik. Partimizin savsaklayıcı tutumu bu yüzden temelde siyasal bir hatadır.” (Togliatti, Faşizm Üzerine Dersler, sf. 217-218, abç)
Sonuçları ağır olan benzer siyasal aymazlık örnekleriyle Almanya’da da karşılaşırız. Nazilerin çok daha büyük oy patlaması yaptıkları 1933 seçim sonuçlarının sadece komünist partinin oylarındaki artıştan hareketle “zafer” olarak okunması bunlardan biridir mesela.
1920 sonları faşizmin tarih sahnesine henüz yeni çıktığı bir kesittir. Bu konuda daha önce yaşanmış bir deneyimin olmayışı nedeniyle faşizmin çözümlenmesi ve ona karşı izlenen politikalarda -bazıları çok vahim nitelikte de olsa- kimi yanlışların, gecikme ve yetersizliklerin olması bir dereceye kadar yine de anlaşılır. Ama aynı hataların, onca tarihsel tecrübeden sonra bugün neredeyse aynı biçimlerde hâlâ tekrarlanmasının ne ‘makul’ bir açıklaması ne de ‘aymazlık’ dışında bir tanımı olur.
Konuyu yaymamak için mikro bir örnekle yetinelim: Geçtiğimiz Haziran sonu-Temmuz ayı içinde farklı mecralarda faşizm konusuna ilişkin bizim gözümüze çarpan 5 ayrı makale yayınlandı1. Bunlardan biri dışında (Emre Yeksan’ın yazısı) diğerlerinde “işçi sınıfının devrimci savaşımını muzaffer biçimde geliştirebileceği siyasal ve organik koşulların yaratılmasına” dair dişe dokunur bir tez, görüş, öneri göremiyorsunuz. Hâlâ tahliller ve tanımlarla uğraşılıyor. “Bu gelişmeyi şöyle yorumlamak gerekir… Bunun arkasında şu var… Şu bu anlama geliyor…” vb.
Yazarlar belki “Biz zaten kapsamlı bir faşizm tahlili yapmaktan çok güncel kimi gelişmeleri yorumlama maksadıyla kaleme aldık yazılarımızı” şeklinde bir gerekçe ileri sürebilirler ama dünyada da Türkiye’de de geldiğimiz noktada aslolanın artık ne yapılması gerektiğine dair somut öneriler ve tutumlarla ortaya çıkmak, kısacası pratik olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz bu tür savunmalar.
Bu elbette “Benim için tartışmanın öncelikli zemini faşizm kavramının bugün içinde yaşadığımız koşulları açıklamak açısından yerindeliği, doğruluğu ya da tutarlılığı değil. Tam da bu yüzden herhangi bir faşizm tanımını esas almayan bir mesafede durmaya çalıştım.”(agy) diyen Emre Yeksan’ın savunduğu (‘savrulduğu’ sıfatı belki daha uygun düşer) gibi teorinin, doğru çözümlemelere ve tanımlara sahip olmanın önemini inkâr anlamına gelmez. Her konuda olduğu gibi faşizme karşı mücadelede de doğru bir pratik sergileyebilmek için her şeyden önce doğru bir teorik-siyasal kavrayış ve çizgiye sahip olmanız gerekir. Hangi gerekçeyle olursa olsun bunu tartışmak bile abes.
Fakat bu noktada, Togliatti’nin İtalya pratiğinden çıkardığı dersler kapsamında değişik biçimlerde sık sık vurguladığı “Faşizme karşı savaşım akademik bir egzersiz (idman) değildir” öğüdünü de akıldan çıkarmamak gerekiyor. Dolayısıyla pratikten kopuk, ona yol gösterme iddiasını dahi taşımayan bir teoricilik de devrimci açıdan öykünülecek bir tutum değil.2
Üstelik çözümleme alanında da hâlâ öyle bir kakafoni hüküm sürüyor ki, başkalarından farklı görünme dürtüsüyle ortaya atıldığı çok açık tez ve tanımların zırvalığı, bu arada özellikle bu orijinalite meraklılarının sergiledikleri tutarsızlıklar karşısında nutkunuz tutuluyor, ne diyeceğinize bilemiyorsunuz.
Çözümleme alanında süren kakafoni
Troçki’nin ünlü takipçilerinden Mandel, faşizm konusundaki tartışmalara ilişkin olarak “Faşizmin tarihi aynı zamanda faşizm teorilerinin tarihidir” der, devamını da: “Doğru bir faşizm teorisi, geçmişte de bugün de faşizme karşı etkili bir pratiğin ön koşuludur…” diye getirir (E. Mandel, Alternatif Olarak Troçki, sf.138). Mandel haklıdır.
Yine mikro bir örnek olarak bu gerçeği Türkiye solunda 2000 sonrasında -ve halen- yaşanan faşizm tartışmalarında da görebiliriz. Düşünün ki, 2020’ye gelene kadar neoliberalizmin ideolojik yörüngesine girmiş liberallere ve liberalleşmiş eski Marksistlere dünyada da Türkiye’de de faşizmin ve faşizm tehlikesinin ortadan kalkmadığını, tam tersine sermayenin dünya çapındaki dolaşımının önünde en küçük bir engel ve risk kalmasını istemeyen finans kapitalin yeni ihtiyaç ve yönelimleri doğrultusunda biçim değiştirmiş olarak güçlendiğini, genişleyip yayıldığını anlatmaya çalışıyorduk.3
Bundan 4-5 yıl öncesine gelene kadar faşizmin varlığını dahi kabule yanaşmayan liberal budalalığın tek nedeni neoliberalizmin ideolojik anaforuna kapılmış olmak değildi. O bir yerde sonuçtu. Temelde yatan asıl neden faşizm olgusunu emperyalizm çağının ve mali sermayenin karakteristik özelliklerinden kopararak ele almakta düğümleniyordu. Burjuvazinin faşizme yönelimi, emperyalizm aşamasının her konuda gericileşme eğiliminden ve azami kâr hırsından kaynaklanan her konu ve alanda azami egemenlik yöneliminden koparılarak salt siyasal bir tercih sorununa indirgeniyordu. Neoliberal dönemde dünya çapında çok daha ileri boyutlar kazanan ekonomik ve siyasal gücün merkezileşme ve yoğunlaşma eğilimi göz ardı ediliyordu. Faşizmin tarihsel koşullara bağlı olarak dönemden döneme, ülkeden ülkeye hatta aynı ülke içinde bile farklı dönemlere göre değişik biçimlere bürünebilen dinamik karakterini göz önünde bulundurmak yerine o hâlâ 1930’lardaki klasik biçimler çerçevesinde ele alınıyordu. Bu şabloncu yaklaşım, burjuvazinin faşizme sadece sistemin krize girmesi ve bir devrim tehdidiyle karşı karşıya kalması koşullarında yöneleceği saplantısıyla hareket ediyordu. Bu elbette doğruydu ama gerçeğin sadece bir boyutuyla sınırlıydı. Tekelci kapitalizmi karakterize eden azami kâr-azami egemenlik eğiliminin, kendisini sınırlayıp önünde barikat oluşturacak güçlü bir sınıf ve halk hareketinin olmadığı koşullarda çok daha pervasız hareket edeceği gerçeğini gözden kaçıran bir tek yanlılık ve dogmatizmle malûldü.
Başlıklar halinde değindiğimiz bu söylediklerimizi başka bir anlatımla ifade etmeye çalışacak olursak: Lenin’in emperyalizm tahlilinde net bir dille vurguladığı “Bu yeni ekonominin, tekelci sermayenin (emperyalizm tekelci sermayedir) siyasal üstyapısı demokrasiden siyasal gericiliğe dönüştür. Demokrasi serbest rekabete denk düşmektedir. Siyasal gericilik ise tekelciliğe karşılık düşmektedir” (Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü) tezi görmezden gelinmekle kalmıyor; Horkheimer’ın “Kapitalizmden söz etmek istemeyen, faşizm sözcüğünü ağzına almamalıdır” uyarısını Faşizm Üzerine Dersler’in daha ilk dersinde daha yetkin biçimde dile getiren Togliatti’nin “Emperyalizmin ne olduğunu bilmiyorsanız faşizmin ne olduğunu bilemezsiniz” uyarısı üzerinde durup düşünme ihtiyacı duyulmuyordu. Keza -yine Togliatti’nin sözleriyle- “Faşizme tam ve kesin olarak belirlenmiş bir şey olarak bakılmamalıdır; faşizm hiçbir zaman oturmuş bir şey, bir şema ya da model olarak değil, tam tersine, ekonomik durum ve yığınların savaşı gibi gerçek etkenlerden doğan bir dizi gerçek ekonomik ve politik ilişkiler dizisinin bir sonucu olarak görülmelidir… Biçim değişebilir ama öz hep aynı kalır ”(age, sf. 59 ve 48, abç) çıkarsaması umurlarında bile değildi. (Burada bir parantez açalım: Togliatti’nin sadece İtalyan pratiğinden değil o kesitte 3. Enternasyonal bünyesinde süren tartışmalardan da hareketle çıkardığı bu sonuncu sonuç, Mahir Çayan’ın emperyalizmin üçüncü bunalım döneminde bütün yarı sömürge ülkeler için geçerli bir şablon, donmuş-statik bir biçim olarak dile getirdiği “sürekli faşizm” yorumundan farklı olarak Marksist diyalektik materyalist yaklaşıma uygun dinamik bir çözümleme açısından yol gösterici bir özellik taşır).
Faşizmi ve faşizme karşı mücadeleyi, devrime öncülük iddiasını taşıyan komünistler ve devrimcilerden farklı olarak akademik bir “çalışma konusu” hatta fantezi merakını tatmin aracı olarak gören bu post-Marksist, post-yapısalcı uçuklukların en büyük gerekçesi “olur olmaz kullanılan faşizm kavramının fazlasıyla ayağa düşmüş olmasıydı”?!! Bu gerekçeyle ne bilimsel ciddiyetle ne de tarih ve toplum karşısındaki sorumluluklarımızla bağdaşan saçmalıklar bile rahatlıkla dile getirilebildi. Faşizme faşizm dememek için başvurulan lâf cambazlıkları öyle bir hal aldı ki, “farklı görünmek” peşinde koşan orijinalite meraklılarının alternatif diye uydurdukları tanım bataklığında aklımıza mukayyet olmaya çalışır vaziyette bulduk kendimizi: Sağ popülizm, neo otoriteryenlik, plebisiter diktatörlük, popülist yarışmacı otoriterlik, irredantist diktatörlük, egemen diktatörlük, önlem devleti, başkancı rejim, post-faşizm, proto faşizm, geç faşizm… derken, emperyalizm çağında ortaya çıkmış bir olgunun “Sezarist-Neronist faşizm” olarak tanımlanmaya kalkışılmasına kadar vardı iş.
İbretlik iki örnek
Daha önce “Yetmez ama evet”çiliğin başını çeken liberallerden Ahmet İnsel, sırtında yumurta küfesi taşımayan aydın sorumsuzluğunun tipik örneklerinden biridir. Bir zamanlar “solcu kanaat önderi” pozlarında her platformda boy gösteren Ahmet İnsel, 2016 yılında Cumhuriyet gazetesinde yazdığı makalelerinde uzunca bir süre kendi kendine bir ‘tanım tartışması’ yürüttü. O güne kadarki yazılarında “popülist otoriterizm” ya da “milliyetçi- (sünni) islamcı irredantist diktatörlük” gibi tanımlar kullanan İnsel, 18 Ekim 2016 tarihli yazısında bu kez “plebisiter dinci (islamcı) diktatörlük” şeklinde yeni bir tanım ortaya attı.
Sadece kısa aralıklarla yazdığı yazıları arasında değil aynı yazı içinde sık sık kendisiyle de çelişkiye düşen İnsel, bu farklı görünme merakını, “Faşizm nitelemesi olur olmaz yapıldığı, çoğu zaman bir küfür gibi kullanıldığı için dikkatli olmak gerekir” gibi bir gerekçeye dayandırıyordu (bkz. “Plebisiter diktatörlük ya da yerli faşizm” başlığını taşıyan 18 Ekim 2016 tarihli yazısı).
Bir hafta sonra (25 Ekim 2016) yayınlanan “Diktatörlüğün Turnusol Kağıdı” başlıklı yazısında bu kez “totaliter olmayan diktatörlük” şeklinde bir kategori icat etti.
Öte yandan, “henüz tamamlanmamış bir süreç(ti)” bu ona göre (Dönemin sağcı oportünizminin faşizme karşı militan bir mücadele ve hazırlıktan kaçış bahanesi olarak 1970’lerin ortalarında sarıldığı “tırmanan faşizm” teorisinin güncel versiyonuydu bu yaklaşım). Her seferinde şapkasından yeni bir tavşan çıkardığı yazılarında tutarlı davranıp ısrarla tekrarladığı tek tespit buydu.
Son olarak 1 Kasım 2016 günü bu kez “başmuhtarlık kurumu” gibi ucube bir kavram icat etmekle yetinmeyip, “otoriterlikle tanımlamanın artık bütünüyle yetersiz kaldığı, seçimli diktatörlük gibi kendi içinde çelişkili tanımlara başvurmayı gerektiren bir geçiş dönemi” şeklinde bir tespitle çıktı ortaya. “Tırmanan faşizm” teorisine uygun olarak “Gidişatın yönü belli…” diyerek söze girdikten sonra, “Başka ülkelerde demokrasi ve diktatörlük kelimelerini birleştirip bizdekine benzeyen fiili durum rejimlerini ‘demokratur’ olarak tanımlayanlar var. Ama haldeki Türkiye’ye bakıp, demokrasiden geriye ne kaldı ki, böyle bir bileşik kelimeyi kullanmak anlamlı olsun diye kendine sormak mümkün. Yürütme, yasama ve yargının tek elden yönetildiği, eğitimden kültüre, medyadan kent yaşamına tüm politikaların, hâkim partiyi oluşturan intikamcı, fırsatçı, ihyacı, dinbaz ve milliyetçi eğilimlerin güdümünde olduğu bir yönetim” şekliydi bu ona göre.
“Teorik derinlik” adına orijinalite peşinde koşmanın ‘enteresan’ bir başka örneği de KHK’lı akademisyen Ali Ekber Doğan ile “esinlendiği fikri yol arkadaşı” Yener Orkunoğlu şahsında karşımıza çıkar. 2019 Ağustos’unda Gazete Duvar’da yayınlanan makalesinde “Tek adam merkezliliği (otokratikliği) açık olan mevcut rejimin nasıl tanımlanabileceğine dair teorik analizlerin sınırlı kaldığı” iddiasıyla söze başlayan Ali Ekber Doğan, kendisinin “Son beş yıllık inşa ve işleyiş sürecini ve global düzeyde gelişen muadillerini göz önünde bulundurarak, günümüz Türkiyesi ve dünyasına özgü yeni tipte bir otokratik rejimle karşı karşıya olduğumuz” görüşünde olduğunu belirtir. Devamla şunları söyler:
“Konuyu tartışmaya, esinlendiğim fikri yol arkadaşlarımdan bahsederek başlamak istiyorum.
Yener Orkunoğlu 29.04.2019 tarihli Sendika.org makalesinde, mevcut rejimi bilinen bir kalıba sokamayacağımızı söyleyerek: “Türkiye’de partiler var, seçimler yapılıyor. Liberal demokrasiye benziyor; ama liberal demokrasi denemez. Bonapartizm’e çok benziyor; ama tam bir Bonapartist bir rejimdir denemez. Türkiye’deki rejim; faşizme benziyor; ama tam olarak faşist bir rejim değildir’ diyordu. Yazısını bitirirken de şöyle kafa açıcı bir yaklaşım ortaya koyuyordu:
‘Eski kavramlar, bütün bir gerçekliği açıklamada yetersiz kalırsa, yapılması gereken gerçekliği bütünüyle yansıtan yeni kavramlara ulaşmaktır. Şematik yaklaşımlar, gerçeği bütünüyle kavramamızı engelliyor. Geçmişte eski kavramlarla açıklanamayan olgular için yeni kavramlar bulundu. Örneğin Marx, Bonapartizm kavramını bulmadan önce yaygın olan kavram Sezarizm idi.(…) Bonapartizm kavramı da yeni politik gelişmeleri yansıtamadığı için, faşizm kavramı üretilmiştir.’
Bu satırların devamında, yeni bir adlandırmaya varmak yerine, iki eski kavramı melezleyen bir çıkarıma varması ise temkinlilikle açıklanabilir: ‘Bu nedenle yeni bir kavram bulununcaya kadar, Türkiye’deki rejimin şimdilik faşizan Bonapartizm olarak değerlendirilmesinin daha doğru olduğu kanısındayım.’ Klasik çerçevelerin cazibesine kapılmadan, gerçekliği bütünüyle yansıtan yeni kavramlara ulaşmalıyız. Aksi takdirde, dar pratikçi politik söylemin çağrıştırdığı ve imlediği genel-geçer bilgilerin ötesindeki gerçekleri göremeyen bir konumdan çıkamayız. Kimi örneklerde önüne yeni/neo gibi takılar getirilse de faşizm adlandırmasının şu anki kullanımı bu şekildedir.” (Ali Ekber Doğan, Erdoğan’ın Olağanüstü Devletine Ad Koymak-1 , Gazete Duvar, 18 Ağustos 2019, abç)
Bu konuda verebileceğimiz örnekler tabii ki bunlarla sınırlı değil. Ama olgu ve süreçlere bilimsel bir açıklık kazandırma iddiasıyla ortaya çıkan ‘kanaat önderliği’ adına sergilenen kafa karışıklığı şu iki örnekte de görülebilir. Tabii tarih önünde sorumluluk duygusuyla hareket etmek yerine sırf başkalarından ‘farklı’ görünme amacıyla hareket eden orijinalite merakının nasıl bir sorumsuzluk anlamına geldiğini de görürüz bu örneklerde.
Dediğimiz gibi, bundan 5-6 yıl öncesine kadar süren bu akıl almaz kafa karışıklığı ve bulanıklığın havasını hayat söndürdü. Ne zamanki fetişleştirilen burjuva demokrasisinin kaleleri olarak görülen ABD, Avrupa ve İskandinav ülkelerinde bile ırkçı faşist parti ve hareketler güçlenmekle kalmayıp iktidara geldiler, bu arada Türkiye’de de führerci tipte kişi odaklı bir rejim inşası kemale erip kendisini bütün çıplaklığıyla kustu ayaklar güya suya erdi. Faşizm gerçeği en azından kabullenilir oldu. Bu bir açıdan göreli bir ilerlemeydi. Ama faşizme karşı mücadele konusunda sorunun can alıcı noktasını oluşturan pratiğin önemi ve önceliğinin kavranışı açısından kafalar fazla değişmedi.
Faşizme karşı mücadeleyi hangi eksende nasıl ele almalıyız
Faşizme karşı mücadele denildiği zaman Türkiye devrimci solunda akıllara hemen esas olarak kadro ve taraftarlara dayalı silahlı mücadele biçimleri gelir. Kitlelerin seferber edilmesi bu öncü savaş mantığına tabi, daha çok onun lojistik desteği olarak görülür. Bu özünde militan bir yaklaşımın ifadesidir. Faşizme karşı etkili bir mücadelenin olmazsa olmaz gereklerinden birini içerir. Fakat bu mücadelenin asıl tayin edici öğesini oluşturan sınıf ve kitle hareketinin rolünü talileştirmek başta olmak üzere bir dizi savrulma ve sapmanın da döl yatağını oluşturur.
Faşizme karşı mücadelede düşülen ikinci vahim hata ise mücadelenin hedefinin demokratik hak ve özgürlüklerin elde edilip korunmasıyla sınırlı tutulmasıdır. Türkiye devrimci solunda bir çok çevrenin hâlâ savunduğu demokratik devrimcilikte ısrarın doğal bir sonucudur bu öncelikle. Yanı sıra faşizmi emperyalist kapitalizmin ekonomisinden ve derinleşen tarihsel krizinden kopartarak sadece bir siyasal tercih sorunu olarak görme yanılgısından beslenir. Halbuki hem tarihsel tecrübeden -özellikle de İtalya, Fransa ve Yunanistan’da olgunlaşmış devrim olanaklarının harcanmasına yol açan dogmatik dar görüşlülükten- çıkarılması gereken ders hem de güncel durumda “demokrasinin kaleleri” olarak görülen gelişmiş kapitalist-emperyalist ülkelerde dahi faşist parti ve hareketlerin sıçramalı gelişimine zemin hazırlayan koşullar güncel durumda faşizme karşı tutarlı bir savaşımın kapitalizmi temelden yıkmayı hedefleyen sosyalist devrimci bir çizgide örgütlenmesinin gereklilikten de öte zorunluluğunu görmek için yeterlidir. En başta da işçi sınıfının (ve tabii ki müttefiklerinin) bilinç ve örgütlülüğünü bu temel eksende şekillendirip geliştirmek tayin edici önemdedir. (sürecek)
***
1Hiçbir yere çıkmayan yollar – Emre Yeksan (e-komite), Bir Faşizm Tartışması: Kurdun Dişini Kim Sökecek? – İsmail Güney Yılmaz (vesaire), Faşizm-2: Yeni İttifak Yolları – Hazal Yalın (Harici), Neoliberalizm ve Neofaşizm: Bir Ortak Yaşarlık Öyküsü- Foti Benlisoy (Ayrım), Bozkurt ve Faşizmin Sıradanlaşması- Özgür Sevgi Göral/ Foti Benlisoy (Artı Gerçek)
2Yanlış anlamalara meydan vermemek için şunun altını bir kez daha çizelim: Devrimci bir siyaset açısından aslolan elbette olgunun nasıl tanımlandığı değil, ona bağlı olarak ne yapıldığı, pratikte nasıl bir tutum takınıldığıdır. Tanım, daha kapsayıcı ifadeyle çözümleme-teori, bu bağlantı içinde önemlidir. Yoksa istediğiniz kadar ‘doğru’ ve ‘kapsamlı’ tanım ve çözümlemeler yapın, bu eğer pratiğe yansımıyorsa, pratiği farklılaştırma yönünde bir çabaya kaynaklık etmiyorsa akademik-entelektüel bir faaliyet olarak belli bir anlam taşısa dahi sınıf mücadelesinin seyri açısından bunun fazla bir önemi yoktur.
Öte yandan, anlamlı ve etkili bir siyasal pratik sergileyebilmek için elinizde mevcut gerçekliğin doğru (isabetli) bir çözümlemesi (tanım) olmalıdır. Bu bağlamda, mevcut gerçekliği ya da yaklaşan bir tehlikeyi çözümlemeye çalışırken sırf başkalarından ‘farklı’ görünmek ya da ne kadar ‘derin entelektüel’ olduğunuzu göstermek gibi bir amaçla mı yoksa yerleşik yüzeysel kavrayışları sarsmayı da içeren daha geniş bir perspektif kazandırma amacıyla mı hareket ettiğiniz önem kazanır. Birincisi, kendini tatmin etmeyi her şeyin üzerinde tutan sorumsuz bir “fantezi merakı” ya da ‘bilgi satıcılığı’ anlamına gelir; diğeri ise süreçlerin seyri üzerinde etkili olmayı amaçlayan tarihsel bir sorumluluğun, bu bağlamda devrimci bir siyaset tarzı ve anlayışının gereğidir.
3Türkiye’de faşist rejimin führerci tipte tek adam diktatörlüğü biçimine evrilmesinde dönüm noktalarından birini oluşturan 2010 Anayasa Referandumu sırasında “Yetmez ama evet” aymazlığı olarak kendisini gösteren bu liberal budalalık bizim içimizde de -üstelik 2005 gibi epey erken bir tarihte- boy gösterdi. “Asalaklaşmış çürüyen kapitalizm” olarak emperyalizmin bu özelliklerinin yoğunlaşmış ifadesi olan neoliberalizmi Marksizmle alakası olmayan teknolojik determinist bir yaklaşımla insanlığın toplumsal üretici güçlerini geliştirme yönünden okuyan neo Bernsteinci yaklaşım, Türkiye’deki rejim tipi konusunda da “faşizmin çözülüp yerini geri ve yetersiz de burjuva demokrasisinin aldığı” iddiasındaydı. “Faşizmi çözen” dinamik ise Türk tekelci burjuvazisinin çıkar ve yönelimleriydi. Kendilerine TÜSİAD’ı kerteriz almışlardı. Zaten dünyada da “sanayi devrimine eşdeğer hatta onu da aşan bir devrim” olarak tanımladıkları neoliberal büyük dönüşüm sayesinde tekelci burjuvazi en az 30-40 yıl sürecek bir istikrar dönemine girmişti. Dolayısıyla sınıfsal tahakkümünü zordan çok rızaya dayalı yöntemlerle sağlamayı tercih ediyordu. Bu bağlamda dünya çapında parlamentoların ve sivil toplum örgütlenmelerinin öne çıkacağı bir döneme girilmişti. Bu oportünist pespayeliğin mumu -tahmin edileceği üzere- yatsıya bile kalmadan söndü. Fakat ilginçtir, o zamanlar bizleri ‘zaman tünelinde kalmış dar siyasal devrimci-ezilenciler’ olarak yaftalayıp kendilerini de ‘dünyadaki değişimin künhüne ermiş çığır açıcı yeni görüşlerin sahipleri’ olarak pazarlayanlar ve o “yeni” çığırtkanlığının kuyruğuna takılanların bir teki bile sonradan bu konuda en azından dürüstçe tek bir özeleştiri cümlesi dahi kurmadı.