Teknolojik Determinizm ve Marksizmin Diyalektik Yapısı Üzerine



Teknolojik determinizmin bir diğer yansıması, yapay zekâ ve diğer ileri teknolojilerin yol açabileceği potansiyel felaketler üzerine yapılan distopik söylemlerdir. Bugün çeşitli vesile ve yöntemlerle robotların ve yapay zekânın yönetmeye başlayacağı bir dünyada varoluşsal tehditlerin kapıda olduğu fikri sıkça dile getiriliyor. Bu tür korkular, toplumsal ve ekonomik krizlerle beslenen bir geleceksizlik hissinin yansımasıdır


Selçuk Ulu

Marksizmin ruhunu oluşturan diyalektik ve tarihsel materyalist yaklaşım, toplumsal gelişmenin merkezine üretim ilişkilerini koyar. Üretici güçler ve onların gelişme düzeyi, bu ilişkinin temel bileşenlerinden biridir. Ancak bu vurgu, bazen bağlamından koparılarak tek yanlı ve mekanik bir yorumla “teknolojik determinizm” olarak lanse edilmektedir. Bu yaklaşım, Marksizmin devrimci karakterini zayıflatmakla kalmaz, aynı zamanda sınıf mücadelesinin belirleyiciliğini göz ardı eden bir bakış açısına yol açar. 

Bunun tezahürlerinden birisi olan ekonomik determinizm de üretici güçlere bağımsız ve teknikçi bir öncelik vererek üretim ilişkilerine zayıf bir rol atfeder. Bu durum, sınıf mücadelesini arka plana iter ve toplumsal bağların kavranmasını engeller. Oysa üretici güçlerin önceliği sorunu, üretici güçlerin gelişme düzeyinin oynadığı rol üretim ilişkilerinin diğer unsurları ve o temel üzerinde yükselen üst yapı ögeleri arasındaki diyalektik etkileşimi görmezden gelen bir yaklaşımla ele alınamaz. Üretici güçler, emek gücü ve üretim araçlarıyla tanımlanırken; üretim ilişkileri, üretimin toplumsal ve teknik ilişkilerini, mülkiyet yapısını ve toplumsal güç ilişkilerini içerir. Üretici güçlerin önceliği, bu güçlerin üretim ilişkilerinin oluşturduğu ekonomik yapıya önceliği anlamına gelir, ancak bu kendi başına bağımsız bir belirleyicilik değildir.

Bu konularda Marksizm maskesiyle onda en fazla tahrifat yapan akımlardan birisi yapısalcılıktır. Louis Althusser gibi yapısalcılar, Marksizm’in altyapı-üstyapı ilişkisinde altyapının son kertede belirleyiciliği yerine “üst belirlenim” (overdetermination) kavramını geçiriyorlar. Toplumsal gelişmede belirleyicilik dinamiğini, eklektik bir “yapı”lar koalisyonuna dayandırıyorlar. Bunu, toplumsal yapıyı oluşturan unsurlar arasındaki “karmaşık etkileşim ağı”yla izah etmeye çalışıyorlar. Fakat bu etkileşimlerin nasıl dönüştürücü bir güç haline geldiğini açıklamaktan uzak duruyorlar. 

Toplumları ve tarihsel süreçleri sadece “yapıların karmaşık etkileşimi” olarak görmek, sınıf mücadelesinin dinamik ve devrimci potansiyelini göz ardı eden indirgemeci bir yaklaşımdır. Bu bağlamda yapısalcılar toplumsal dinamiklerin ve tarihsel değişimin kökenini, sınıf mücadelesi gibi maddi ve somut süreçlerde değil soyut ve statik yapılar arasındaki ilişkilerde arıyorlar. Bunlar “Marksizmi dönüştürmek” adına onun devrimci gücünü dumura uğratan ve yerine eklektik bir “yapı” analizine dayalı daha statik ve indirgemeci bir toplumsal teori koyuyorlar.

Marksizmi devrimci özünden soyundurarak onu “teorisizme” indirgeyen Althusser, “Özeleştiri Öğeleri” kitabında Marksist teorinin sınıf mücadelesine verdiği önemi yeterince kavrayamadığını kabul ediyor: “(…) Marx’ın felsefesinde ve Kapitalin kavramsal tertibinde sınıf mücadelesinin oynadığı rolün istisnai boyutunu  kavrayamadık. Bu  kesin: Marksist  bilimin ‘diğerleri gibi bir bilim’ olmadığından kuşkulanıp da bu farkın nerede olduğunu söyleyemememizden dolayı neticede onu ‘diğerleri gibi bir bilim’ olarak -böylece teorisizmin tehlikelerine düşerek- ele  aldık. Ama yapısalcı değildik.”1

Althusser burada Marksizmin diğer bilimlerden farklı olduğunu belirtiyor ancak bu farklılığın özünü yeterince kavrayamadığını itiraf ediyor. Marksizm, toplumu sadece analiz eden bir bilim dalı değil aynı zamanda devrimci bir praksisi de içeren bir bilimdir. Sınıf mücadelesi bu bilimsel analizin temel dinamiğidir ve diğer bilimlerde bulunmayan bir devrimci potansiyel taşır. Althusser, “yapısalcı değildik” diyerek kendini yapısalcılıktan ayırmaya çalışsa da burada kendisinin ve çevresinin yapısalcılığın bazı unsurlarını benimsediklerini dolaylı olarak kabul ediyor. Yapısalcılığın etkisi altında Marksizmin dinamik ve devrimci özünü bilince çıkaramadığını açık ediyor. Yapısalcılığın toplumsal yapıları statik olarak ele alan yaklaşımının, Marksizmin devrimci özünü açıklayamamış olması Althusser’in vurgu yaptığı bir eksiklik olarak öne çıkıyor.

Aynı zamanda “Epistemolojik kopuş” kavramının da mimarı olan Althusser, “Marksizmin burjuva ideolojisinden kopuşunu ‘kopuntu’ya ve Marksizmin burjuva ideolojisiyle olan uzlaşmazlığını  bilim ve ideoloji arasındaki uzlaşmazlığa indirgedim.” diyor.2

Her ne kadar son dönemlerinde kimi noktalarda özeleştirel bir tutum takınsa da bir bütün olarak Marksizme ve onun devrimci ruhuna verdiği zararların ağırlığı Althusser’in boynunda asılı kalmıştır. Sınıf savaşımının pratik hattından kaçanlar, uzak duranlar onun ayak izlerinden gitmeye devam etmişlerdir.

Üretim İlişkileri ve Üretici Güçler Arasındaki Etkileşim

“Marx’ı yeniden okumak” iddiasıyla bozuma uğratan yapısalcı Louis Althusser ekolünü izleyen Gerald A. Cohen, Karl Marx’ın Tarih Teorisi: Bir Savunma isimli kitabında üretici güçlerin önceliğini tek yanlı bir olgu olarak mutlaklaştırırken bunu Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirine Katkı’ya Önsöz (1859) metnine dayandırıyor.3

Cohen’in Marx’tan derlediği tezler:

  1. Üretici güçler tarihsel olarak gelişme eğilimindedir.
  2. Üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişme düzeyiyle açıklanır.
  3. Üretici güçler, belirli bir aşamada üretim ilişkileriyle çatışmaya girer.
  4. Ekonomik yapıdaki değişim toplumsal devrimi tetikler.
  5. Üretici güçler tam anlamıyla gelişmeden bir ekonomik-toplumsal yapı yok olmaz.
  6. Yeni üretim ilişkileri, eski toplumun bağrında olgunlaşmadan ortaya çıkamaz.

Cohen’in “tarihsel materyalizmi savunmak” adına Marx’tan derleyerek aktardığı bu tezlerin yorumlanması kaba materyalizm ile diyalektik materyalizm arasında bocalamaya yol açıyor. Bu bocalamanın sonucu üretici güçlerin gelişimini tek yönlü ve kaçınılmaz bir süreç olarak ele alıyor. Bu da Marksizmin diyalektik yapısını baltalayan bir rol oynuyor. Daha doğru bir ifadeyle Cohen gibileri sinsice Marksizmi diyalektik yanından soyundurup onu kaba materyalizmin içine hapsetmeye kapı aralıyor. 

Marx’ın tarih anlayışının temelinde üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki diyalektik ilişki yer alır. Bu ilişki, tarihsel materyalizmin özünü oluşturur ve toplumsal değişimlerin dinamiklerini anlamada anahtar bir rol oynar. 

Üretici güçler, bir toplumun ekonomik altyapısını oluşturan teknoloji, bilgi ve emek gücü gibi bileşenleri içerir. Marx, üretici güçlerin belirli bir düzeye ulaşmasının toplumsal ilişkilerde ve tüketim biçimlerinde de belirli değişikliklere yol açacağını savunur. Ona göre bir toplumsal düzenin yıkılması ve yerini yeni bir düzenin alması üretici güçlerin gelişimine bağlıdır. Bu bağlamda Marx, üretici güçlerin gelişmesinin bir noktada mevcut üretim ilişkilerine ters düşeceğini ve bu çatışmanın toplumsal devrimleri tetikleyeceğini belirtir. 

Ancak Marx’ın üretici güçlere yaptığı bu vurgu, bazı çevrelerce yanlış yorumlanmış ve üretici güçlerin tek başına toplumsal düzenin yıkılmasında belirleyici olduğu şeklinde okunmuştur. Bu yorum, Marx’ın tarih anlayışını mekanik bir determinizme indirger ve Hegel’in “Tin” kavramı yerine Marx’ın üretici güçleri yerleştirdiği gibi bir yanılgıya yol açar. Böylece tarihsel materyalizm, tarihin bir dizi aşamayı kendiliğinden otomatik olarak geçmesi gerektiğini ileri süren mekanik bir kurama indirgenmiş olur.

Gerald Cohen gibileri üretici güçlerin önceliği tezini savunarak üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki diyalektik ilişkiyi tek yönlü bir belirlenim olarak sunarlar. Ancak bu görüş, Marx’ın temel fikirlerinden sapmanın bir ürünüdür. Marx, üretici güçlerin gelişiminin üretim ilişkilerinden bağımsız olmadığını vurgular. Üretim ilişkileri ise sınıf mücadelesi bağlamında şekillenir ve bu bağlamda üretici güçlerin gelişimi toplumsal ilişkiler tarafından belirlenir.

Bu noktada, Marx’ın vurguladığı gibi üretici güçlerin gelişimi ile sınıf mücadelesi arasındaki etkileşim göz ardı edilmemelidir. Teknolojik determinist bir bakış açısıyla üretici güçlerin önceliği savunusu, Marx’ın diyalektik yönteminin karmaşıklığını ve toplumsal ilişkilerin belirleyiciliğini yok saymış olur. Marx için toplumsal değişim, üretici güçlerin gelişimi ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin yanı sıra sınıf mücadelesinin bu çelişkiyi nasıl yönlendirdiği ve dönüştürdüğü ile de ilgilidir. Bu nedenle, tarihsel süreci anlamak için hem üretici güçlerin hem de üretim ilişkilerinin karşılıklı etkileşimi ve sınıf mücadelesinin belirleyici rolü dikkate alınmalıdır.

Teknolojik Gelişim ve Sınıf Mücadelesi

Üretici güçlerin gelişiminin belirli bir aşamasında üretim ilişkileriyle çatışmaya girdiği tezi, sınıf mücadelesinin belirleyici etkisini göz ardı eden bir noktaya vardırıldığında tüm kendiliğindenci yaklaşım ve hareket seyirlerine kılavuzluk eder. Teknolojik gelişmeler, sınıf mücadelesinin bir sonucu olarak yön değiştirebilir ve üretim ilişkileri üretici güçleri etkileyebilir. Marx’ın buhar makinesi örneği üretici güçlerin üretim ilişkilerini nasıl dönüştürdüğünü gösterse de, bu dönüşüm hem neden hem de sonuç olarak ele alınmalıdır. Tek yönlü bir belirlenim yerine, üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki diyalektik etkileşim göz önünde bulundurulmalıdır.

Teknolojide olduğu gibi ekonomik yapıdaki değişimin toplumsal devrimi tetikleyerek toplumsal dönüşümü başlatacağı tezinin mutlakçı determinist yorumu, sınıf mücadelesinin yanı sıra diğer toplumsal etkenleri de göz ardı eder. Toplumsal devrim, yalnızca ekonomik yapının değil sınıf mücadelesinin ve diğer toplumsal dinamiklerin toplam etkileşiminin bir sonucudur. Marx’ın belirttiği gibi üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin dönüşümü, sınıf mücadelesinin bir parçası olarak değerlendirilmelidir.

Engels’in, 21 Eylül 1890 tarihinde Joseph Bloch’a yazdığı mektup, materyalist tarih anlayışının genellikle yanlış yorumlanan yönüne açıklık getirir. Bu mektubunda Engels, ekonomik etkenin tarihsel süreçlerde belirleyici olduğunu kabul etmekle birlikte bu belirleyiciliğin mutlak ya da tek başına yeterli bir açıklama olmadığını vurgular. Ona göre ekonomik durum temel bir unsur olsa da, tarihsel gelişmeler yalnızca ekonomik faktörler üzerinden açıklanamaz; toplumsal üstyapıyı oluşturan politik, hukuksal, felsefi ve ideolojik unsurlar da tarihin akışında önemli roller oynar. Bu unsurlar ekonomik temelden bağımsız olmamakla birlikte tarihsel mücadelelerin seyrini etkileyebilir ve şekillendirebilir. Engels bu bağlamda ekonomik determinizmin materyalist tarih anlayışını basitleştirdiğini ve bu yaklaşımın gerçek tarihsel süreçleri anlamakta yetersiz kaldığını belirtir.

Engels ilgili mektubunda şunları söyler: “… Materyalist tarih anlayışına göre tarihte belirleyici etken, son kertede gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Marx da ben de bundan daha çoğunu hiçbir zaman ileri sürmedik. Bundan ötürü, herhangi bir kimse ekonomik etken biricik belirleyicidir dedirtmek üzere bu önermenin anlamını zorlarsa, onu boş, soyut, anlamsız bir söz haline getirmiş olur. Ekonomik durum temeldir, ama çeşitli üstyapı ögeleri –sınıf savaşımının politik biçimleri ve sonuçları– savaş bir kez kazanıldıktan sonra kazanan sınıf tarafından hazırlanan anayasalar vb. –hukuksal biçimler, hatta bütün bu gerçek savaşımların onlara katılanların beyinlerindeki yansımaları, siyasal, hukuksal, felsefi teoriler, dinsel görüşler ve daha sonra bunların dogmatik sisteme gelişmeleri– hepsi de tarihsel savaşımların gidişi üzerinde etki yapar ve birçok durumda özellikle onların biçimini belirlerler.”4

‘Toplumların Tarihi Sınıf Mücadeleleri Tarihidir’

Yapısalcıların üzerinde tepindikleri Önsöz’deki, “Burjuva üretim ilişkileri, toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz karşıtlıktaki biçimidir – bireysel bir karşıtlık anlamında değil, bireylerin toplumsal varlık koşullarından doğan bir karşıtlık anlamında; bununla birlikte burjuva toplumunun bağrında gelişen üretici güçler, aynı zamanda bu karşıtlığı çözüme bağlayacak olan maddi koşulları yaratırlar” vurgusu, Marx’ı bunlar tarafından teknolojik determinizmle damgalanmaktan kurtarmaz.

Halbuki Marx ve Engels’in birlikte yayımladıkları Komünist Manifesto’daki “Bugüne kadarki bütün toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir.”5 tezi, yapısalcıların tarihsel materyalizmin üzerine düşürmeye çalıştıkları gölgeyi net bir dille hükümsüz kılar. 

Manifesto’da, toplumların tarihi boyunca farklı sınıfların, ezenler ve ezilenler olarak sürekli bir mücadele içinde oldukları anlatılır. Özgür yurttaş ile köle, patrisien ile pleb, baron ile serf, lonca ustası ile kalfa gibi farklı dönemlerde farklı sınıflar arasında süregelen bu mücadele kimi zaman gizli kimi zaman ise açık bir şekilde gerçekleşmiştir ve bu mücadelelerin sonuçları ya toplumun devrimci bir dönüşümüyle ya da çatışan sınıfların ortak yıkımıyla sonuçlanmıştır.

Modern burjuva toplumu ise önceki sınıfların yerine yeni sınıflar, eski baskı koşullarının yerine yeni baskı koşulları ve eski mücadele biçimlerinin yerine de yeni mücadele biçimleri getirmiştir. Ancak bu yeni dönemin, yani burjuva döneminin ayırt edici bir özelliği vardır: Sınıf karşıtlıklarını yalınlaştırmıştır. Toplum her geçen gün daha fazla iki büyük düşman kampa, yani burjuvazi ve proletaryaya bölünmektedir. Marx ve Engels, bu keskin karşıtlığı burjuva toplumun yarattığını ve bu karşıtlığın çözümünün de bu toplumsal yapının içinden doğacağına işaret ederler.

Bu analiz, tarihsel olarak sürekli bir mücadele içinde olan sınıfların, modern toplumda burjuvazi ve proletarya olarak iki ana karşıt grup halinde şekillendiğini ve bu mücadelenin toplumsal dönüşümün motoru olduğunu açıklar. Marx ve Engels’e göre toplumsal yapının bu kaçınılmaz çatışması proletaryanın zaferiyle sonuçlanacak ve böylece burjuva toplumunun bağrında oluşan bu karşıtlık nihai çözümüne kavuşacaktır. Yani kendiliğinden değil örgütlü sınıf savaşımıyla.

Yapay Zeka Bağlamında Teknolojik Determinizm 

Teknolojik determinizm, teknolojinin toplumu ve insan yaşamını kaçınılmaz bir şekilde şekillendirdiği ve belirlediği fikrine dayanan bir yaklaşımdır. Bu bakış açısı, teknolojik gelişmelerin toplumsal değişimin motoru olduğunu ve bu süreçte sınıfların, kurumların ya da toplumsal yapıların belirleyici rol oynayamayacağını savunur. Ancak son yıllarda yapay zekâ alanındaki gelişmelerle birlikte, bu yaklaşımın eksiklikleri ve çelişkileri bir kez daha gün yüzüne çıkmıştır. Teknolojik determinizmin öngörüleri, özellikle kapitalist üretim tarzı bağlamında ele alındığında yanıltıcı ve sorunlu bir tablo sunar.

Teknolojik determinizmin günümüzdeki en belirgin yansımalarından biri, yapay zekâ destekli teknolojinin toplumsal sorunları çözeceği ve insanlığı daha iyi bir geleceğe taşıyacağı inancıdır. Bu düşünceyi savunanlar, yüksek teknolojilerin toplumsal sorunlara akılcı ve kapsayıcı çözümler getireceğini iddia etmekte ve bu teknolojilerin insanlık tarihinde yeni bir çağ başlattığını öne sürmektedirler. Onlara göre yapay zekâ ve benzeri teknolojilerle toplumsal ilerleme hızlanacak ve nihayetinde insanlık daha mutlu ve refah dolu bir yaşam sürecektir.

Ancak bu tür yaklaşımlar teknolojiyi toplumsal bağlamından kopararak ele aldıkları için ciddi bir yanılgıyla malüldürler. Öncelikle teknolojik gelişmelerin bu şekilde idealize edilmesi, mevcut kapitalist üretim tarzının yapısal karakterini ve işleyişini görmezden gelir. Kapitalizm koşullarında teknoloji, toplumsal refahı artırmak yerine sermaye birikimini ve kârı maksimize etme amacına hizmet eder. Bu nedenle yapay zekâ gibi teknolojilerin toplumsal sorunları çözmekten çok bu sorunları derinleştirme potansiyeli gözden kaçırılır. Yapay zekânın sunduğu “çözümler” kapitalizmin çıkarlarına hizmet edecek şekilde biçimlendirilirken, bu süreçte sınıfsal çelişkiler, toplumsal eşitsizlikler ve adaletsizlikler daha da keskinleşmektedir.

Teknolojik determinizmin bir diğer yansıması, yapay zekâ ve diğer ileri teknolojilerin yol açabileceği potansiyel felaketler üzerine yapılan distopik söylemlerdir. Bugün çeşitli vesile ve yöntemlerle robotların ve yapay zekânın yönetmeye başlayacağı bir dünyada varoluşsal tehditlerin kapıda olduğu fikri sıkça dile getiriliyor. Bu tür korkular, toplumsal ve ekonomik krizlerle beslenen bir geleceksizlik hissinin yansımasıdır. Ancak bu tür söylemler, teknolojinin bağımsız bir değişken olarak ele alınmasının yanıltıcılığını ortaya koyar; zira teknolojinin toplumsal etkileri, onun nasıl kullanıldığına ve kimlerin çıkarlarına hizmet ettiğine bağlıdır.

Kapitalizmin tarihsel krizi, toplumda bir çıkışsızlık ve güvencesizlik hissi yaratmakta; bu hissiyat, yapay zekâ gibi teknolojilerin varoluşsal tehditler olarak algılanmasına zemin hazırlamaktadır. Oysa sorun, teknolojinin kendisinden ziyade onun kapitalist sistemde nasıl kullanıldığındadır. Yapay zekâ gibi ileri teknolojiler, potansiyel olarak insanların daha az çalışarak daha çok zaman ayırabileceği bir dünya yaratma olanağını içerirken kâr amacı üzerine kurulu kapitalist özel mülkiyet düzeninde bu potansiyelin gerçekleşmesi şurada dursun sömürünün yoğunlaşması, işsizlik, düşük ücretler ve ağır çalışma koşulları gibi sorunlar daha da derinleşmektedir.

Teknolojik determinizmden farklı olarak Marksizm’in yöntemi ve devrimci karakterinin önemi bu noktada karşımıza çıkar.Teknolojik determinizm, teknolojiyi bağımsız belirleyici bir güç olarak ele alır, bütün dikkatini üretici güçlerdeki gelişmeye verir, bu gelişmenin beraberinde getirdiği olanaklar (ve tehlikeler) üzerine yoğunlaşır. Marksizm ise bu gelişmeye gözlerini kapatmaz fakat sınıf mücadelesinin tayin edici rolünden hareketle onun emeğin ve insanlığın aleyhine sonuçlarına karşı savaşırken lehine nasıl kullanılacağına dair alternatif politika ve öneriler geliştirmeyi de ihmal etmez. 

Dolayısıyla toplumsal değişimin asıl belirleyicisi teknolojinin kendisi değil bu teknolojilerin hangi toplumsal ve ekonomik sistem içinde kullanıldığı ve o toplumsal ilişkiler içerisindeki dinamiklerdir. Teknolojik gelişmelerin insanlık için olumlu sonuçlar doğurabilmesi ancak kapitalist özel mülkiyet düzeninin yıkılması ve yeni bir toplumsal sistem olarak sosyalizmin inşasıyla mümkün olabilecektir.

***

1Louis Althusser, Özeleştiri Öğeleri – Belge Yayınları 2. Baskı, Sf. 38

2Louis Althusser, Özeleştiri Öğeleri – Belge Yayınları 2. Baskı, Sf. 30

3Gerald A. Cohen’in diyalektik yanından kopartarak tarihsel materyalizmi incelemesi 1970’lerin başından 1980’lerin ortalarına kadar uzanıyor. Sonra 1990’ların ortasına kadar “öz-sahiplik” kavramı üzerine eğilir. Ardından normatif politika felsefesine eğilim gösterir ve son olarak “insanlar için en iyi sosyal felsefe olacağını” düşündüğü Hıristiyan sosyal felsefesine yönelir. Tarihin cilvesi!..

4Friedrich Engels, Tarihsel Materyalizm Üzerine Mektuplar 1890-94, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Sf. 15

5Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto Yordam Yayınları, Sf. 38

Ayrıca Kontrol Et

Savaşan Kadınlar Ölümden Korkmaz!

Onlar, kendi seslerinin yankısına değil dokunabilecekleri yeni insanlara ihtiyaç duyarlar. Daha rahat edebilecekleri konfor alanları değil aynı olmak zorunda olmaksızın birlikte hareket edebilecekleri örgütlü alanlar, örgütlü insanlar yaratma peşindedir