Burak Sarı
Kader değildir ama kader kılınmıştır. Sarar milyonları sarmaşık gibi, yoksunluğu büyütür. Sevimsizdir. Milyonlarca insanın alınterinden semirenlerin kasasıyla eşzamanlı büyür. Onların serveti büyüdükçe o da emekçilerin hayatında büyür.
Çocukların gözlerindeki hüzündür sureti.
Çocuğunun istediğini alamayan ebeveynin gözündeki mahcubiyet…
Sınıf kinidir daha okul çağında fabrika köşelerinde ucuz işgücü olarak ömür tüketen gencin gözünde şavkıyan.
Okula aç gidip gelen minicik bedenlerin midesindeki kocaman boşluktur.
Adına enflasyon dedikleri soyut ama yıkıcı gerçekliğin büyümesi, büyüdükçe olanaklarımızı küçültmesidir.
Emekçi evlerinin davetsiz misafiridir. Bir avuç tuz için komşu ziline uzanan elimizdeki titremedir. Betonlar arasında geleceğimiz gibi kaybolan komşuluk ilişkilerimizin önemini anlayıp kapıdan geri dönmektir.
Erişilebilir olmayan sokaklarda, erişilebilir olmayan evlerde yaşama mecburiyetidir. Bir yönüyle engellenmektir yoksulluk. Koca bir toplumun engellenmesi. Şiddet faili babanın, erkeğin yanında yaşamak mecburiyetidir. Ölmeden yıllar önce, kalanlar zorluk çekmesin diye kefen parası biriktirmektir.
Hani der ya Ahmed Arif,
“Ölüm bu
Fukara ölümü
Geldim, geliyorum demez”
Ölmemek için, “Yaşadım diyebilmek” için direnmenin sebebidir. Sınıfsaldır. Hatta en sınıfsal olandır. Varlığını sınıflı topluma borçlu olandır. Türkülere dökülen “Zalım felek” onun ta kendisidir.
Özetle tüm sorunlarımızın kökeninde o vardır ve yoksunluklar yaratır durmadan.
Engellilik ile yoksulluğun dolaysız ilişkisi
Engellilik ile yoksulluk ilişkisi de gerek akademinin gerekse engelli örgütlerinin ilgilendiği bir konudur. Genellikle medikal modele yakın bakış açısında değerlendirildiği için de çoğu zaman tepki gösterdiğimiz bir noktaya evrilir bu ilgi. Özellikle tedavi, tedaviye erişim koşulları akla gelir engelli yoksulluğu denince ya da “yardım” fonları. Yani genelleştirme, bir potaya sıkıştırma hastalığının nüksetmesi. Elbette hastalıkların tedavisi ile yoksulluğun dolaysız bir ilişkisi var. Hatta “tedavi” talepleriyle de. Bu kesinlikle yadsınamaz.
Fakat engelliliği bir yeti çeşitliliği olarak değerlendiren ve “tedavi” adı altındaki “normalleştirmeyi” kabul etmeyen benim gibiler açısından da engellilik ile yoksulluğun dolaysız ilişkisi vardır. Zaten konuyu sınıfsal açıdan değerlendiren Sosyal Model de konuyu buna benzer bir bakış açısıyla ele alır.
Burada altını çizmemiz gereken çok önemli bir nokta var. Yoksulluğun erişilebilirlik ve engellilerin karşılaştığı sorunlarla dolaysız ilişkisi var derken, bu gerçekliği farklı kesimler için de dillendiriyoruz. Bugün sağlamcı önyargılar nedeniyle engelliler iş bulma konusunda problem yaşıyor. Bu problem toplu taşımada ücretsiz seyahat hakkı, su faturasında indirim gibi pozitif ayrımcılıklar ile dengelenmeye çalışılıyor. Burada takınmamız gereken tavır aslında şu: İşe girmenin önündeki engellerin kalkması, zaten en temel ihtiyaç olan su kullanımının ve ulaşımın herkes için indirimli ya da ücretsiz olması.
Yoksulluk herkesi etkiliyor ama sağlamcılık ve erişilebilirlik sorunları ile birleştiğinde bir yoksunluk ve erişilemezliğe evriliyor. Mesela yaşadığımız evler ne kadar erişilebilir? Bir tekerlekli sandalye kullanıcısı, böylesine yoksullaştırılmış bir toplumda erişilebilir bir ev nasıl kiralayabilir? İşte kapsayıcı tasarım ile yoksulluğun birleşiminin sonucu… Yani kapsayıcılığın da sınıfsal olması.
Çok iyi bir gelirinin olmaması demek, evini bile verimli kullanamamak demek. Tekerlekli sandalye, beyaz baston, ekran okuyucu gibi destek teknolojilerinin fiyatlarının aşırı yüksek olması bir erişilebilirlik sorunu nedeni. Hasta bezi kullananların sürekli buna bir bütçe ayırmak zorunda kalması yoksulluğu derinleştiren bir rol oynuyor.
“Yardım” odaklı yaklaşım
Yoksulluk ile erişilebilirlik sorunları birbirini besleyerek derin bir tecride neden oluyor. Belediyelerin ve kamu kuruluşlarının “yardım” odaklı yaklaşımı problemi derinleştiriyor.
İş kapıları yüzüne kapatılan, niteliği dikkate alınmayan kişi, bağımsız bir yaşam kurmakta zorlanıyor. Engelli maaşı adı altında verilen ücret ile ailesinin yanında yaşamak zorunda kalıyor. Bireysel yaşamını kurması zorlaşıyor.
Aynı zamanda pozitif ayrımcılık gibi görülen bu tür ödentiler toplumun kişiye yönelik negatif tutum takınmasına neden oluyor. Ayrıca yoksulluğun maskelenmesinin bir aracı oluyor.
Özetle sağlamcılık, önyargı ve yoksulluktan oluşan bir döngü sürüp duruyor. Sürekli altını çizdiğim üzere bu durum yeti çeşitliliklerinden kaynaklanmıyor. Ayrımcı ideolojilerden ve hayatın o ideolojilere göre şekillenmesinden kaynaklanıyor. Yukarıdaki örnekleri değiştirerek konunun kadınlar için de benzer özellikler taşıdığını hatırlayabiliriz. Yani sorun sistemsel.
Erişilebilir ve engelsiz bir hayat
Sonuç olarak yoksulluğu, onun neden olduğu yoksunluğu hep beraber yok etmeye çalışmaktan başka çözüm yolu yok. Yara aynı ama niteliği farklı. Yani hala kurtuluş yok tek başına.
Biz pozitif ayrımcılık maskesini indirip eşit, erişilebilir ve engelsiz bir hayatı kurma mücadelemize devam edeceğiz. Burada ortak hareket etmek çok önemli. Ötekiler önce birbirlerine yönelik önyargıları yenecekler ki yoksulluğu ve nedenlerini değiştirelim.
Açıkça şunu söylüyoruz: Biz pozitif ayrımcılık istemiyoruz. Tüm toplumun gereksinimlerinin karşılanmasını talep ediyoruz. Bizim taleplerimizin de bir ayrıcalık değil temel haklarımız olduğunun kabul edilmesini istiyoruz. Yani yoksulluk tüm toplumun sorunu ve bu sorunun ortadan kalkmasını o toplumun eşit bireyleri olarak talep ediyoruz. Bu talep aynı zamanda önyargıları yok etmek için güçlü bir çağrı. Neden yerini bulmasın? Bir şeylerin değişmesi belki sanıldığı kadar zor değildir. Ne dersiniz?