Tanur Oğuz Gündüzalp
Belediye işçilerinin eyleminden dönüyoruz*. Ramazan ayı, Ağustos sıcağının bunaltıcı etkisi kendisini sonuna kadar hissettiriyor, şehrin kirli havası, aşırı nem, tatilden dönen insanların yavaş yavaş şehrin trafiğini ikiye, üçe, beşe katlaması… Yanımda misafir yoldaş var, İstanbul’u bilmiyor, aklımın bir köşesinden ona küçük bir İstanbul gezisi yaptırmak geçiyor.
Gün ortası olduğu için yoldaşla büroya gitme kararı alıyoruz. Klasik yoldan, Metrobüsle direkt Kadıköy değil de biraz uzatmalı yoldan, ama İstanbul’u da göz ucuyla seyredebileceği bir rota üzerinden götürmeyi plânlıyorum. Metrobüsten inip tramvaya biniyoruz, sonraki durak Topkapı; tarihinden söz ediyorum, İstanbul’un ilk otogarının buraya kurulduğunu, küçükken memlekete gitmek için otobüslere buradan bindiğimizi anlatıyorum. Tramvay Pazartekke/Çapa durağına geliyor. Sesli anonsun son kez “Pazartekke” demesiyle birden kendimin dahi anlam veremediği bir refleksle koşarak kapıya yöneliyorum, yoldaşa da “koş” komutu vererek onun da anlam veremediği “ilginç” bir paniğe neden oluyorum. Neredeyse kapanmaya yüz tutan kapıdan son anda iniyoruz, aklıma “cin fikir” geliyor, gerisin geri Topkapı yönüne doğru hareket ediyoruz.
Yoldaşın şaşkınlığı devam ediyor, bu şaşkınlık hali haklı olarak da kimi soruları beraberinde getiriyor. Sürpriz yapmayı plânladığım için geçiştirmekle yetiniyorum. Aklıma ikinci bir “cin fikir” geliyor. Konuyu dağıtmak için az önce indiğimiz durağın hemen ilerisindeki Şehremini Lisesi’nden bahsediyorum. Onun birkaç sokak arkasında henüz ben dünyada yokken ailemin orada oturduğunu söylüyorum. 1973 yılında TKP-ML’nin önder kadrolarından Ahmet Muharrem Çiçek’in polisle girdiği çatışma sonrası ölümsüzleştiği yerin de bu sokak olduğunu anlatıyorum. Bu çatışma sonrası Kutsiye Bozoklar, Ali Şenci ve Feryal Sarıoğulları da yaralı bir şekilde yakalanıyorlar, Kutsiye Bozoklar aldığı kurşun yaralarından dolayı tüm yaşamını felçli bir şekilde sürdürüyor. Bu anlatımın üzerine yoldaşın dikkatini dağıtmayı başarıyorum. Surların dibinden aşağıya, Mevlânakapı’ya doğru yürüyoruz. Gözün alabildiği her yer mezarlık, yoldaş etrafına bakınıyor,“İstanbul’u fethetmeye geldiklerinde öldürdüklerini hemen oracıkta gömmüşler” diyorum. Yoksa bu kadar devasa bir mezarlığın başka nasıl bir izahı olabilir ki?
Sıcağın bunaltıcı etkisi beyni haşlama noktasına getirecek düzeyde. Çantadaki su da kaynama noktasına gelmiş durumda. Etrafta su alabileceğimiz ne bir market ne de petrol ofisi var. Şansımıza bir çeşme çıkarsa ne alâ… Yoldaşa sürprizden bahsetmenin zamanı geldi diye düşünüyorum. Bu sıcakta, koca bir mezarlık şehrinde İstanbul gezintisinin bir anlamı olmayacağının o da farkında. “Hazır mısın diyorum?” Şaşkınlıkla yüzüme bakıyor; “Osman Yaşar Yoldaşcan’ın mezarına gidiyoruz” diyorum. Yüzündeki şaşkınlık hali başka bir şaşkınlık haline bürünüyor. Gözlüklerinin ardından bakan gözbebeklerinin üç numara daha büyüdüğünü görüyorum, yüzündeki tebessüme eşlik eden heyecan on kat daha artmış durumda. “Yalnız konum olarak nerede olduğunu ben de bilmiyorum, arayıp bulacağız” diyorum. Tereddütsüz bir yanıt geliyor yoldaştan; “sabaha kadar da sürse bulacağız!”
Yıllar önce yapılan bir anmada gelmiştim yoldaşın mezarına. Hâyâl meyal hatırlıyorum, ne konuma dair bir şey kalmış aklımda ne de mezarlığa dair bir iz veya simge –Eğer özel olarak bir not ve konum bilgisi kaydetmediyseniz ikinci kez bulmanız gerçekten de zor bir yerdir burası.
Adeta bir mezarlık şehrinin içindeyiz, on binlerce mezar içerisinden yoldaşın mezarını nasıl bulacağız? Aklımda kalan Mevlânakapı Mezarlığı – Silivrikapı Mezarlığı – Seyyit Nizam Mezarlığı, bu üç alanın içinde de en az on binden fazla mezar olduğu. Bu üç mezarlık da iç içe geçmiş, içerden birbirine kapılarla bağlı yekpare bir mezarlık oluşturuyor. İşimizi kolaylaştırmak için tahminde bulunabilecek bir yoldaşı arıyoruz. O da net bir yanıt veremiyor, “5’inci Ada” diye aklında kalmış bir bilgiyi sunarak Silivrikapı Mezarlığı olması gerektiğini söylüyor.
“Silivrikapı Mezarlığı – 5. Ada!” Bir yerden başlanacaksa o yerin tahmin de olsa bu yer olması gerektiğini düşünüyoruz. Tabelâlar var ama çok açıklayıcı değil ya da biz anlamıyoruz. Silivrikapı Mezarlığı’nı aramaya başlıyoruz; çok karışık, girişi olup çıkışı olmayan, girdiğiniz yerden bir daha çıkamadığınız labirent gibi bir ortamdayız. Gözümüze eski-püskü, hafiften kırık, oldukça da küçük bir tabela çarpıyor: “Silivrikapı Mezarlığı.”
O yöne doğru giriyoruz. Önümüze uzun bir yol açılıyor, uçsuz bucaksız bir yol. Sağlı-sollu her yer mezar. Az ileride mezar işleriyle uğraşan bir mezarcı dükkânı görüyoruz. “İyi yere tezgâh açmış” diyorum. Kapının önü mezar taşlarıyla dolu, dışarısı mermer tozuyla kaplı, yaklaştıkça göz gözü görmüyor. Daha ileride mezarlık kulübesi görüyoruz, birileri varsa belki isimden yola çıkarak yardımcı olurlar düşüncesiyle oraya yöneliyoruz. Kapısı kapalı, kimse yok, yoldaş yan tarafında tuvalet olduğunu fark ediyor, tuvalet varsa su da vardır diyoruz. Elimizi-yüzümüzü güzelce yıkıyoruz. Bu sıcakta giden en iyi şey suyun kendisi oluyor.
Mezarcıya “Silivrikapı Mezarlığı’nın girişi neresi diye soruyoruz?” İstifini bozmayan el hareketiyle “burası” diyor. 360 derecelik alanın her yeri mezar ve gözümüze sağlı-sollu iki kapı çarpıyor. Yoldaşla bir kapı belirleyip oradan içeri giriyoruz. Her kapı ayrı bir mezarlık cumhuriyetine açılıyor; gayya kuyusu gibi dipsiz, derin ve karanlık. Plân yaparak ikimiz ayrı yönlere dağılıp tek tek bütün mezarlara bakıyoruz. O mezarlıkta iki saat süren aramanın ardından bir sonuca varamıyoruz. Pes etmek yok ama, henüz birinci kapıdaki mezarlığın üçte birini bitirmiş durumdayız. Gerçekten sabaha kadar da sürse arayıp bulacağız. Sıcağın etkisiyle beynimizde oluşan kaynamanın sesi duyuluyor kulaklarımızda adeta, ikimiz de hararet yapma noktasına gelmek üzereyiz. Kulübeye ait tuvalete giderek serinlemek için 5 dakikalık mola veriyoruz.
Arama esnasında görmediğimiz sürüngen-kemirgen kalmıyor, mezarlığı fareler basmış, çok eski bir mezarlık olduğundan kimi mezarlar çökmüş durumda, çöküntülerin altından da koca koca fareler ayaklarımıza takılıyor. Sanırım bunların birçoğu sahipsiz mezarlar. Arama esnasında kimi mezarların tarihlerine gözüm takılıyor, 150 yıllık mezar gördüğümü hatırlıyorum.
Biraz dinlendikten sonra kaldığımız yerden devam ederiz diye karar kılıyoruz. Yoldaş beyaz tenli olduğu için pancar gibi kızarmış, ben zaten esmerim, esmerlik yerini iyiden iyiye kararmaya bırakıyor, Afrikalılara dönüşüyorum. Yoldaşın kararlılığı dikkat çekiyor, müthiş bir dayanıklılıkla gerçekten dediği gibi “sabaha kadar da sürse bulacağız” iradesini yansıtıyor. Koca bir örgütün tüm karakteristik çizgisini kendi bünyesinde cisimleştirip ona ruh katan böylesine büyük bir devrimcinin mezarını bulup ona dokunmadan gerisin geri gitmek zaten düşünülemezdi.
Mezarlık kapısına doğru yöneldiğimiz esnada daha önce görmediğimiz uzun boylu, esmer, 50’li yaşların biraz üstünde bir adam yolumuzu keserek “gençler birisini mi arıyorsunuz? diyor. Rahat bir tavırla “evet” bir yakınımızın mezarını arıyoruz diyorum. “Adı nedir?” diye sorunca, yine aynı rahat tavırla “Osman Yaşar Yoldaşcan!” diyorum. Anlaşılan o ki daha önce gördüğümüz mezarcıyla sohbet halindeydi, ona seslenerek “birazdan geliyorum” dedikten sonra yerden keserini alarak benimle gelin diye sesleniyor. Kapıdan içeriye girer girmez “Madem Osman Yaşar için geldiniz bakın şu köşede de Ataman İnce’nin mezarı var, ona da uğramak istersiniz” diyor. Yönünü ve yüzünü diğer kapıya dönerek “diğer mezarlıkta da Mehmet Fatih Öktülmüş’ün mezarı var. Hemen onun yanında da Haydar Başbağ’ın** mezarı bulunuyor. Buradaki anmanız bittikten sonra gelin size Mehmet Fatih’in mezarını da göstereyim, bulmanız zor olabilir. Ben kapının önünde olacağım” diyor. Sonra; “eskiden daha kitlesel, daha kalabalık gelirdiniz, uzun bir süredir ne gelen var ne giden, bu anmalar da olmayınca mezarlık iyiden iyiye sessizleşti” diyerek bir yakınmayı dile getiriyor. Yoldaşla ikimiz orada “şok oluyoruz!” Gözyaşlarımı tutamayıp adama sarılmak istiyorum, o da bunu anlıyor ve sarılmamıza izin veriyor. Hiç tanımadığımız bir adama, yoldaşlık duygusunun verdiği en sıcak en dolayımsız en halis duygularımızla sarılıyoruz.
Tarifsiz bir duyguydu o gün yaşadığım, sevinçle utancın iç içe geçtiği nadir duygulardan birisiydi. Arkada bıraktığımız “ihmalkârlığın” hiç tahmin edemediğiniz birileri tarafından da görülüp hissedildiği, size hissettirildiğinde ise hiçbir bahanenin arkasına saklanmadan söyleyecek sözünüzün olmadığı, üstelik bu utancın telafisini de nasıl gidereceğinizi bilemiyorken size sadece kuru bir boğazla yutkunmak kalıyor.
Durduğu yerden Osman’ın mezarının olduğu yönü gösteriyor, giriş kapısına oldukça uzak, ilk bakışta gözle görülmesi zor, ama dikkatli bakılınca da fark edilen, demirden yapılmış, kafesi andıran büyük bir mezarın hemen arkasında kalıyordu. Demir kafesi geçtikten sonra göreceksiniz diyor. “Ben kapının önünde olacağım, sonra size Mehmet Fatih’in mezarını gösteririm. Hadi kolay gelsin…”
Teşekkür edip bir kez daha sarılıyoruz, kapının sağına yöneliyoruz, birkaç on adımdan sonra Ataman İnce yoldaşın mezarı başındayız, müthiş bir sevinç kaplıyor içimizi. Birazdan da Osman’ın mezarı başında olacağız. Osman’ı da bulalım dönüşte Ataman ve Mehmet Fatih’in mezarına da uğrar onları da anarız diyorum.
Demir kafesli mezara doğru yöneliyoruz, ilerledikçe ikimizde de tarifsiz bir heyecan beliriyor. Derler ya “heyecandan dizlerinin bağı çözülmek!” birebir aynı duyguyu hissediyorsunuz, bedeni ayakta tutan dizlerdeki tüm güç oracıkta çözülerek toprağa karışıyor. Nefesimin kesildiğini hatırlıyorum, zaten bir süre sonra da refleks olarak nefes almıyorsunuz, ta ki mezarla karşılaşıncaya kadar… Mezarların üstüne basa basa gidiyoruz, aniden geliştiği için nasıl bir konuşma yapacağıma dair en ufak bir fikrim yok, düşünmüyorum bir yandan. Öncelik mezarı bulmak. Kafese yaklaşıyoruz, hâlâ gözümüze çarpan bir belirti yok. Sanırım geldiğimiz açıdan kaynaklı. Birkaç mezarı daha geçiyoruz, kafese varmaya 10 metre kaldı, tam yanına kadar yaklaşmayı düşünürken yoldaşın fotoğrafının olduğu mezar taşı kendisini gösteriyor.
Ve o ilk karşılaşma anı; yıllar sonra yeniden buluşma, yıllar sonra yine ona dokunacağınız duygusu ve orada yatanın bir mezardan çok daha fazlası olduğu… O mezara dokundukça, o toprağa dokunup hissettikçe köklerinize doğru bir yolculuğa uzanacağınız gerçekliği… Dokunduğunuz o toprak, topraktaki o kök, gövdesinden dallarına, dallarından tomurcuklarına, yapraklarına dek “hücuuuummmm!” eden yaşam suyunun tarihin derinliklerinden uzanıp Koca Gövde’yi sapasağlam kendisine bağlayan kökleri Koca Çınar’ın.
Yoldaş da kötü oluyor, o da benim gibi gözyaşlarını tutamıyor. İkimizde de çıt yok, o dipsiz mezarlık ölüm sessizliğine bürünüyor. Yoldaşın mezarı tam karşımızda. İçimde acayip bir duygu oluşuyor, tarifi yok. Konuşamıyorum, bir şeyler söylemek istiyorum ama sesim çıkmıyor, nefes alışverişim düzensiz, kalp atışlarımdaki düzensizliği hissediyorum. Bir hıçkırık hali sarılıyor boğazıma.
Ölümsüzleşen yoldaşlara karşı hassas birisi olduğumu biliyorum, ama yaşadıklarım tek başına hassaslıkla açıklanabilir bir durum değil. Mezarın dibine çömeliyorum. Osman’ın karşısında olmanın -hele hele hazırlıksız bir durumda olmanın- ağırlığı çöküyor üstüme. “Ne konuşmalıyım, söze nasıl ve nereden başlamalıyım?” bilemiyorum. Hatta konuşmalı mıyım onu da bilemiyorum! Bildiğim tek şey Osman’ın karşısında olduğum ve karşımda duranın da bir mezar olmadığı gerçekliği; çünkü karşımda tarihimizden bir parça duruyor, çünkü karşımda kuruluşundan bugüne militan ruhumuzu oluşturan, taşıdığımız temel çizgi ve karakteristik özelliklerimizi ta o günden tayin edip bugüne şekillendiren, örgütümüzün literatüründe “TİKB Ruhunun Mimarı!” olarak adlandırılan bu yiğit devrimcinin anıtı duruyor.
TİKB Ruhunun Mimarı Olmak! Müthiş bir övgü, ama aynı zamanda son derece iddialı bir sözdür bu; ağır bir misyonun, ileriye doğru adımlarken yeni hedef ve başarıların omuzlara yüklenmesidir; sonraki kuşak TİKB’li yoldaşların önüne aşılması için konulan en zorlu eşiğin ta kendisidir. Elbette bunun bir yarış olmadığı açık, insanüstü bir hedef ve aşılamayacak eşik olmadığı da… Lakin buradan yazmak kadar kolay, sıradan bir söz gibi algılanıp konuşulacak kadar da basit bir iş değildir.
Ben dahil, yoldaşlarım dahil, komünistlik iddiası taşıyan, Osman’ı ve geleneğimizi bilen, izleyip takip eden her devrimcinin Osman üzerine çok şey düşündüğünü, ona dair yazılıp söylenecek çok söz olduğunu bilir, hissederim. Bunun sayısız örneğine bizzat şahit oldum, yanı sıra örgüt olarak hem bizim tarihimizdeki özel yeriyle hem de devrimci hareketin geneli üzerinde bıraktığı esinleyici militan ruh ve sempati yönüyle hâlâ konuşulan, uzun bir süre de konuşulmaya devam edecek son derece tarihsel bir figür olmayı sürdürüyor diyebilirim.
Gerçekten de öyledir; Osman’ın tarihimizde çok özel bir yer vardır; yanlış anlaşılmamak için ve onu putlaştırmamak adına şunu da belirmekte fayda görüyorum; tarihin ve devrimlerin esas yapıcıları sınıflardır, bu yıkıcı ve yapıcı gücün yanında kişilerin oynayacakları rol bu güce oranla sınırlı olsa da tarihin içinden geçtiğimiz kesitinde, olayların akışı içerisinde Osman gibi özel yetenekleri bünyesinde taşıyıp zekâ ışıltısı ile parlayan o tarihi kişiler/kişilikler doğru yönde harekete geçtiklerinde gerçekten de özel, devindirici bir rol oynayabilirler.
Sınıflar mücadelesi tarihinin bütünü düşünüldüğünde sınırlı olan bu etki gücü, belirli dönemlerde oldukça etkili, hatta kimi zaman belirleyici denebilecek bir rol ve misyon sahibi kişilikler de yaratabilir. Aynı şeyi komünist örgüt ve partiler için de düşünebiliriz. Örgüt olarak TİKB, TİKB şahsında da Osman yoldaş ve diğer kurucu kadrolar üstlendikleri rol ve misyonla ideolojik-teorik, politik-örgütsel, askeri-eylemsel etki yoluyla süreçlere müdahale eden, değiştirici olduğu kadar üstlendiği dönüştürücü misyonuyla da tarihin diğer yapıcıları üzerinde doğrudan etkide bulunan pratik eylemselliğin bizzat yaratıcısı ve sürdürücüsü olmaya çalışmışlardır.
12 Eylül’ü düşünüyorum; bu mezarlıkta yatan Ataman ve Mehmet Fatih yoldaşı düşünüyorum. İsmail Cüneyt’i, Sefaköy Direnişi’ni düşünüyorum… tepeden tırnağa karanlık, evlerin odasına kadar giren vahşet, devrimci hareketin ve işçi sınıfının öncü sendikal bölükleri açısından her yerin yenilgi sarısına boyandığı bir dönem ve tam da böylesine tarihsel bir süreçte işçi sınıfının yeniden ayağa kalkması için mücadele eden, dayatılan teslimiyet duvarını aşarak devrim için harekete geçmelerini sağlayan, mücadelenin bütün bir dönemi boyunca, önlerinde duran başka eşiklerin aşılmasına da öncülük misyonuyla yaklaşan, hatta o keskin dönemecin geçilmesinde sınırlı güçlerle daha özel bir rol oynayarak mücadeleye süreklilik kazandırmaya çalışan TİKB’nin ayırt edici bir yer tuttuğunu zaten biliyorum. Bu ayırt edici yer ve konum, tarihin o kesitinde, tarihimizin bu kısa değerlendirmesi içinde Osman yoldaşın önemini daha da görünür kılıyor bizler için.
Osman’ın Fizik Bilimi’ni sevdiğini biliyorum. Türkiye birincisi olarak çıktığı sınavdan ODTÜ Fizik Mühendisliği’ni seçmesi de bu anlama geliyor kanımca. Düşünüyorum da ne kadar da isabetli bir tercih yapmış. Başta fizik olmak üzere bilimde “görmeden önce anlamak” bilimsel düşüncenin özüdür. Antik dönemde Anaksimandros, gökyüzünün ayaklarımızın altında da devam ettiğini gemiler dünyanın çevresini dolaşmadan anlamıştı. Modern çağın başlarında Copernicus dünyanın döndüğünü, ayın üzerinden gören astronotlardan önce fark etmişti. En çarpıcı olanı ise Einstein’dan gelmişti; zaman dediğimiz şey evrenin her noktasında farklı bir düzende akıyordu. Zamanın düzenli akmadığı gerçekliği dünya için de geçerliydi. Öyle ki, bir ovada yaşan kişiyle bir dağda yaşayan kişi için iki farklı zaman vardı. Einstein bunu, zamanın yavaşlamasını ölçecek hassas saatlere sahip olmamızdan koca bir yüzyıl önce görüp anlamıştı.
Bizler dünyayı içinden anlamaya çalışan varlıklarız, “o insanların -bilim insanlarının- dünyayı avuçlarının arasına alarak kavradığını düşünürüm.” Osman için dünyayı değiştirme ve dönüştürme eylemi de böyle bir şeydi herhalde. Türküsünde söylendiği gibi; “Koca bir dünyayı alırmış gibi avuçlarına…”
Bu bilimsel öngörü anlayışının, bu dahiyane beynin siyasal-politik alanla buluştuğunu düşünün; bu öngörü içinde, onu diğer kurucu kadrolarımızdan farklı kılan belki de buydu. “…mimarı olmak” aynı zamanda inşa edilen yapının tasarımına bilgi ve yeteneklerin, çağın ötesine taşan yaratıcı fikirlerin, inşasında yer alacak diğer unsurlarla birlikte uyum içinde çalışabilmenin becerisidir, kendinden bir şeyler katma sanatıdır.
Politik ifadeyle tanımlamak gerekirse; her tarihsel dönemin belirli kırılma veya sıçrama dönemleri vardır. O dönemler içinde de kişilerin özgün rolleri ve üstlendikleri misyona bağlı olarak doğru zamanda atılması gereken o “ilk” adımın, o atılmadığında atılamayacak diğer adımların öncüsü olan adımın da taşıyıcıları olmasıdır. Bu gerçeklikten hareketle o öncü kişiler mücadelenin içerisinde güçlü bir yer tutarlar. Onlar kavganın taşıyıcıları oldukları gibi tıkanan yolun önünü de açarlar. Örgüt veya partilerin yaşamında, ezilen sınıfların ve halkların yaşamlarında, kör ve sancılı dönemlerde, sıçramayı gerektiren kesitlerde oynadıkları özel rolle öne çıkmalarıyla sivrilirler. Bu bazen sınıf savaşımının zorlu ve yıpratıcı süreçlerinde dayanıklılıkları ve bağlılıklarıyla, tarihsel amaç ve ideallerde somutlaşan yüce bir dava uğrunda savaşıp bir ilkin yaratıcısı olarak gösterdikleri devrimci inisiyatifle devrimi yaşamlarında sembolleştirmeleriyle simgeleşir.
Osman bu anlamıyla da bir ilktir, “İlk Kurşun”dur, güçlü bir semboldür. “TİKB Ruhu” dediğimiz şey de bir yanıyla Osman yoldaşta vücut bulan “Hücuuuummmm Ruhu”dur. O ruh hareket halindedir, salınan ve devinen bir gerçekliği yansıttığı kadar birleştiricidir, kolektif yapısıyla eylem içinde biçim kazanan/kazandığı oranda herkesi de o nitelikle donatan devrimci bir özdür. Mücadele tarihimizin farklı zaman ve mekanlarında edindiği hareket kabiliyetiyle bu “ruh”, kimi zaman Bağcılar’da bir kalenin içinden seslenirken kimi zaman Sefaköy’de işkenceci Ahmet Zehir ve ekibine “Granitten bir kale” olarak kendini gösterir. Bazen Metris’te ölümün yakasına takılan “kızıl bir karanfil” olarak öne çıkar, bazen direnişi kolektifçe kuşatır “Adressiz Sorgular”dan göz kırpar, sevinci kadar öfkesi de kınına sığmaz; beklenmedik bir anda işkence masalarında patlayan tekme olur, hesabını da “yarına bırakmaz!”. Grev grev, direniş direniş dolaşır, bazen Tariş olur bazen Gültepe, Tahsin’in yüreğinde “Parti Parti Parti” diye kendine yer bulur… İçerdiği zengin çeşitlilikle sağlam bir harçtır artık, iyi karılmıştır, bu ruh ideolojik harç olma özelliği kazanarak yapının temeline atılmıştır.
Bu ruhun somut taşıyıcısı olarak Osman Yaşar Yoldaşcan’ın “TİKB Ruhunun Mimarı” olduğunun aksini kim iddia edebilir ki?
Ve bu “ruh”un militan taşıyıcıları olarak ölümsüzleşen diğer yoldaşları düşünüyorum. Sezai’yi, Nilgün’ü, Remzi’yi, Şaban’ı, Lale’yi, Okan’ı, Tuncay’ı Serdar’ı,…
Acılarımızın dile geldiği ay olacak Ekim ve ay ay, usul usul biriktireceğiz içimizdeki öfkeyi, bizden koparıp aldıkları yoldaşlarımızın acısı bir kez daha çökecek sancı dolu yüreğimize. Bırakılan boşluğun ağırlığını daha da hissedeceğiz.
Osman’ın yanındayız, birazdan Ataman ve Mehmet Fatih’le de buluşacak, hasret gidereceğiz, sarılacak, uzun uzun dertleşeceğiz…
Ekim sadece bir ay değildir; bunu biliyor, bunu hissediyorum. Göndere çekilmiş ve sürekli yükseklerde dalgalanan bir bayrağın varlığına inanıyorum, gözle görülmüyor belki ama bu bayrak Ekim ayında daha da kızıllaşıyor, daha da belirginleşiyor. Kafayı kaldırmak yeterlidir, samimi gözlerle içten duygularla bakıldığında görülecektir.
“Ölümsüzlerimiz göndere çekilmiş bir bayrak gibi hep önde yürüdüler!” diyoruz ya, sanırım buna denk düşüyor.
Bu aynı zamanda bir bağlılık sözü, peşlerinden yürüme sözü oluyor. Yoldaşları olarak onların uğruna ölümsüzleştikleri amaç ve ideallere sonuna kadar bağlı kalma sözüdür. Genelde tarih, özelde de örgüt tarihimiz soyut, elle tutulmayıp gözle görülmeyen, zamanın akışı içindeki basit olaylar dizisi/dizgesi değildir. Bizler için tarih, ölümsüzleşen yoldaşlarımızın kişiliklerinde vücut bulup gelenekleşen çizgi ve değerlerin korunması, onlara süreklilik kazandırarak amaçlar doğrultusunda ileriye, daha da ileriye taşınmasıdır.
Onların devrimci tarihine yakından bakıp biraz derine odaklandığımızda bıraktıkları izlerle, verdikleri emeklerle ördükleri mücadelelerle kendi tarihimizi göreceğiz. Bu aynı zamanda mücadele içerisinde içselleştirmiş oldukları değerlerin bilinmesi, bu değerlerin kişiliklerinde nasıl cisimleştiğinin, devrimci eylemin içerisinde nasıl biçim kazandıklarının, yiğit ölümleriyle onları nasıl üst düzeye taşıdıklarının görülmesi olacaktır. “Tarihimiz” kitabı iyi bir kaynak, ölümsüzleşen her yoldaşın devrimci yaşamında hayat bulan, adım adım örülen mücadelenin dayanıp tıkandığı anlarda o eşiklerin nasıl aşıldığı, zorlu dönemeçlerin nasıl dönüldüğü, ölümü yenen yoldaşların bu süreçlerin geçilmesinde oynadıkları özel rolü ve gösterdikleri gayrete tanıklık ediyoruz. Sadece arkada bıraktığımız tarihi görmüyoruz, tarihi yaşayanların yanı sıra ona müdahale eden tarihin yapıcılarına da içerden tanık oluyoruz.
O yüzden onların devrimci yaşamlarının bilinmesi, mücadelenin bilinmesi oluyor, örgüt tarihinin bilinmesine denk düşüyor.
Devrimci bir hareketin, kuvvetin, örgütün ölümsüzleşen yoldaşlarla kurduğu ilişkide, duygularda, zayıflama varsa; aşınma, değerlere bağlılıkta azalma boy gösteriyorsa ciddi sorunlar var demektir. Bu öncelikle tarih ve misyon kaybına, sonra da devrim ve devrimcilik iddiasına yabancılık üretir. Bakmak isteyen varsa Türkiye iyi bir örnektir, ardında nice nice örgütlerden oluşan koca bir mezarlık bırakmıştır. Bizden uzak durması kaydıyla; bu tür alarm zillerini duymak için ille de birilerinin yüksek sesle bunları dile getirmesi gerekmiyor. Yaptığımız işe bakarak yürüdüğümüz yollarda bıraktığımız izleri inceleyerek, gerçek duygularımızı anlamak son derece mümkündür.
Çok konuştum çok düşündüm belki, Osman’ın iyi bir dinleyici olduğunu ama konuşmayı seven birisi olmadığını da biliyorum. O, eylemin diliyle konuşan bir devrim önderiydi. Onun eylem dilinde cesaret, hücuuuummmm ruhu ve TİKB’nin amaç ve değerleri vardı.
Şairin dediği gibi;
Bizden önce gidenler
Gülümseyen yüzlerle
Denetleyen gözlerle bakıyorlar…
Bu bir eylem, eylemin içinden coşku ve adanmışlığı, aynı zamanda verilen sözü ve sözleri hatırlatıyor. Karşılıksız da bırakmıyorlar bu durumu, en zor anlarımızda ve her daim yanımızda olduklarını bilmemizi, böyle hissetmemizi istiyorlar. Denetleyen gözlerini de hissettiriyorlar; neyi yapmışız, neyi yapmamışız, geriliyor muyuz, ilerliyor muyuz, nasıl bir duruş içerisindeyiz, görevlerle nasıl ilişki kuruyoruz…
Mezar taşındaki fotoğrafından, gözlüğünün arkasından “canlı canlı” bakıyor Osman! Nedenlerle niçinlerle konuşamayacağım bir denetimle karşı karşıya olduğumu hissediyorum; o kadar yalın o kadar çıplak, hiçbir kaçış olanağı yok. Bunu ölümsüzleşen her yoldaşın mezarı başında hissediyorum. Onların önünde ya siyahsınızdır ya da beyaz, griye yer yoktur ve onların yargısı ağır olduğu kadar acıtıcıdır da.
Onları incitmemek, gözlerinde grileşmemek için yapılacaklar bellidir. Yaşamlarını tereddütsüzce adadıkları amaç ve değerlere, yarattıkları soylu geleneğe, kavgayı daha da ileriye götürmeye verilen sözde hükmünü bulur. Bu hükmün gerisine düşmek…Onları incitecek bir şey varsa en acıtıcısı bu olacaktır…
Amaç ve değerlerinize bağlılıkla….
*Dönemin Avcılar Belediye Başkanı Handan Toprak’a karşı belediye işçilerinin uzun erimli direnişi söz konusuydu. İki yıldan fazla süren bu direnişte yolsuzluklarıyla gündeme gelen Handan Toprak, hakkında açılan soruşturma sonrası tutuklandı.
**Haydar Başbağ- DEV-SOL Davasından tutuklu bulunduğu dönemde TTE saldırısına karşı başlatılan Ölüm Orucu Direnişi’nde Mehmet Fatih Öktülmüş ile birlikte ölümsüzleşen dört devrimciden birisi.