29 Eylül 1980 günü 12 Eylül faşizmine karşı ‘ilk kurşun’ olan yiğit yoldaşım, ölümsüz proletarya kahramanı Osman Yaşar Yoldaşcan anısına…
H. Selim Açan
Ölenin arkasından konuşmak her zaman zordur. Hele giden bir sevdiğiniz, özellikle de bir yoldaş ise boğazınızı tıkayan düğümlerin sayısı artar. Kendinizi bir boşluğa düşmüş gibi hissedersiniz.
Başlangıçta tam olarak tanımlayamadığınız bir gerçek çarpar önce suratınıza: O artık ‘yoktur’! Onunla birlikte yaşadıklarınızı, birlikte yapıp ettiklerinizi bundan böyle aynı şekilde yapamayacaksınızdır. Bunu düşünmek dahi büyük acı verir.
Yanı sıra, gidene özgü yetenek ve birikimlerin yerinde şimdi koca bir boşluk açılmıştır. Bu boşluğu bazı yönlerden zamanla bir biçimde kapatıp telafi edebilirsiniz belki ama bazı şeylerin artık isteseniz de eskisi gibi olamayacağını bilir, hissedersiniz. Bu farkındalık acınıza kaygıyı ekler. Ortaya çıkan boşluk ne kadar büyükse yarattığı kaygı hatta ürküntü de o kadar büyük olur.
İşin bu yönü, özellikle de ‘kişilere bağımlılığın’ tayin edici olduğu ilişkilerde bazılarını korkutur hatta çözer. ‘Sağlam durmayı’ başaranları ise genellikle hırslandırır, o boşluğu doldurma yönünde kamçılar. Ama yaşadığınız ‘eksiklik’ duygusu hiç kaybolmaz! “Ah! Şimdi o/onlar olacaktı ki…” arayışı ve hayıflanması peşinizi bırakmaz! Özellikle de ‘yoldaşlaşmanın’ temelini oluşturan ortak değerlere sırt çevirmenin, dönekliğin, kalleşlik ve ihanetin şaha kalktığı zamanlarda bu arayış zirve yapar.
Türkiye devrimci hareketinde yitirdiğimiz yoldaşları fetişleştirme eğilimi egemendir. Onları “şehit” olarak tanımlamanın yaygınlığından da görüleceği üzere yer yer mistik hatta düpedüz dini bir havaya bürünür bu yüceltme. Onların arkasından yazılan ya da söylenenler hep olumlu yön ve özellikleri üzerinedir. Gerçeği tek yanlılaştırarak bozunuma uğratmak gibi bir ‘kusuru’ vardır bu yaklaşımın. Bu yüzden çoğu kez inandırıcılık sorunu yaşar. Gerçeğin sınırlarını fazla zorlamadığı sürece bunu ‘insani bir tutum’ olarak görüp bir dereceye kadar anlayabilirsiniz. Fakat işin içine abartı, abartının da ötesinde düpedüz üretilmiş efsaneler giriyorsa şayet, o zaman yapılanın adı da değişir.
Bu tarzın en başta ‘yitirilen yoldaşa saygı ve bağlılık’ ile bir alâkası yoktur. Çünkü bu yöntemle ‘anlatılan’ artık o değildir! Kendi gerçekliğinden hatta bu dünyadan da koparılarak bambaşka bir uzama yerleştirilmiş, bu anlamda bir ‘fon’ ya da ‘bahane’ konumuna düşürülmüştür. Bu bazen öyle düşkün, öyle tiksindirici bir hal alır ki, kimin anlatıldığı belirsizleşir.
Örgütlü mücadele yolunu seçmiş bir komünisti ya da devrimciyi, uğruna mücadele ettiği ve bu kavga sırasında yaşamını yitirdiği ideal ve değerlerden soyutlayamazsınız. Onu örgütünden ve inandığı değerlerden soyutlayarak “anlatmaya” kalkmak, bu kez gerçeği katletmek anlamına gelir. Üstelik bu ona karşı ilkinden çok daha büyük saygısızlık, düpedüz ideolojik bir saldırı demektir. Bir komünisti ya da devrimciyi, politik kimliğinden, benimsediği devrimci değerler ve uğruna dövüştüğü tarihsel amaçtan arındırmaya çalışmak burjuvazi ve devletin işidir.
Öte yandan yitirilen bir yoldaşın nasıl biri olduğunu, devrim ve sosyalizm mücadelesiyle nasıl bir ilişki kurup örgütlü kolektif çabanın bileşenlerinden biri olarak bu kavgada nasıl bir rol oynadığını arkadan gelen devrimci kuşaklara aktarmaya çalışırken bir zamanlar yaşamış somut bir bireyin canlandırılmasıyla genel -ve çoğu kez kalıplaşmış ruhsuz- propagandayı birbiriyle karıştırmamak gerekir. Somut bir bireyin yaşadığı kesitte mücadeleyle kurduğu ilişkinin zihinlerde canlandırılmasını mümkün kılacak gerçekçi bir anlatım arkadan gelenler üzerinde esinleyici bir rol oynar. O somut örneğin tasviri ne kadar sahici olursa, onunla özdeşlik kurup o deneyimi kendisine ve içinde bulunduğu koşullara uyarlayarak yorumlamak, o örnekten kendine göre dersler çıkarmak da o denli kolaylaşır. İşin içine efsanelerin ve palavraların karıştığı fetişleştirici anlatımlarda ise araya baştan bir mesafe girer. O tür anlatımlar her şeyden önce inandırıcılık sorunu yaşar. En iyimser durumda bile okuyanlarda erişilmezlik duygusu uyandırır. Okuyanlara kendisinin “öyle olamayacağını”, en azından “bu işin o kadar da kolay bir şey olmadığını” düşündürür.
Eğer amaç bir tür putlar inşa etmekse o zaman bu yol tutulmalıdır. Ama derdimiz yeni yetişen devrimci kuşaklara, kavganın hangi koşullarda nerelerden geçip kimlerin hangi tür katkı ve çabalarıyla hangi mesafeleri katettiğini -günün sorunlarına çözüm gücü olma istek ve yönelimini yaratacak şekilde- aktarmak ise o zaman her şeyden önce devrimci bir gerçekçilikle hareket edilmelidir.
Bu temel üzerinde can alıcı noktayı, ‘günün sorunlarına çözüm gücü olma istek ve yönelimini yaratmak’ oluşturur. Yitirdiğimiz yoldaşları “kavgamızda yaşatmanın” yolu buradan geçer çünkü.
Onları -onların şahsında geçmişi- idealize etmek, en etkili anlatımlarda bile en fazla ‘nostaljik bir hüzün’ yaratır. Özellikle de günümüzde yaşadığımız türden tasfiyeci kesitlerde o günlerin ve o kahramanların ‘geçip gitmiş olmalarına’ hayıflanılır, onlar artık dün’de kalmışlardır, o ‘dün’ ile ‘bugün’ arasında zaten belirgin olan farklılıklar gözlerde biraz daha büyür, ne kadar zayıflamış ve biçim değiştirmiş olurlarsa olsunlar aradaki sürekliliği sağlayan bağlar hepten görülmez hale gelir. Geçmişe bu türden ‘bağlılık’ ve etkilenimlerden devrimci bir enerji ve irade çıkmaz.
Yitirdiğimiz yoldaşları idealize edip fetişleştirmenin önemli bir sakıncasını da onların yaptıklarını farkına dahi varmadan ‘sıradanlaştırmak’ oluşturur. Onların yaptıkları, hâlâ saygı ve hayranlıkla andığımız eylemleri sahip oldukları anlam ve önemi yapıldıkları dönemin koşullarında kazanmışlardır. Bunlar o zamanın koşullarında ‘büyük’, ‘çarpıcı’, ‘olağanüstü’, ‘ön açıcı’ ve benzeridir. Fakat sonrasında, mücadelenin akışı içinde çoğu aşılmış, olağanlaşmıştır. En azından tamamen farklı koşullarda yaşayıp şekillenen bugünün kuşakları için özel bir anlam ifade etmekten çıkmıştır. Put inşası peşinde koşan idealizm bu gerçeğin üzerinden atlar. Kendi koşullarında önemli ve anlamlı olanın bu özelliğini hâlâ değişmeden koruduğu saplantısıyla hareket eder. Bu dogmatik yaklaşımıyla da ‘övdüğünü’ zannettiğini aslında ‘anlatmayı’ dahi başaramaz; bunun farkında bile değildir.
Sözünü ettiğimiz değişim tersi yönde de geçerlidir: Geçmişte sadece devrimci hareket içinde değil toplumun gözünde de ‘normal’, ‘sıradan’, ‘olağan’ kabul edilen birçok değer ve özellik sadece devrimciliğin değil insanlığın da dibe vurduğu günümüz koşullarında başlı başına saygı konusu haline gelmiştir. Dolayısıyla yitirdiğimiz yoldaşları güne taşıyarak yaşatmak, bugünün genç devrimci kuşaklarına örnek ve esin kaynağı haline getirmek için gerçekliklerini eğip bükmeden onların özellikleri ve eylemleriyle bugün arasındaki bağların nerede yattığını göstermeye çalışmak daha anlamlı ve saygılı bir yaklaşım olur.