İsrail’in ABD desteğiyle Gazze’den sonra Lübnan’a yönelik harekâtı, askeri bir operasyonun ötesinde bir anlama sahiptir. Filistin halkının soykırımı, şimdi de Lübnan’ın muhtemelen yerle bir edilmesi ABD önderliğindeki Batılı emperyalistlerin bölgede nasıl bir yeni düzen kurma peşinde olduklarının göstergesidir.
Bu stratejik operasyonda İsrail siyonizmi Batılı emperyalizmin maşasıdır. İsrail hem Gazze’de yaklaşık bir yıldır sürdürdüğü soykırım harekatını hem de büyük bir küstahlıkla Lübnan’da şimdi ikinci cepheyi açmayı kendi gücüyle yapmamaktadır. Eğer İsrail’in arkasında ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya başta olmak üzere Batılı “uygar dünya”nın sınırsız askeri, mali, siyasi ve propaganda desteği olmasaydı İsrail tanık olduğumuz bu pervasızlığı bu kadar rahat sergileyemezdi. Dolayısıyla, İsrail’e ve yaptıklarına bakarken ölçü sınır tanımayan siyonist saldırganlık yanında ona bu gücü ve cesareti veren ABD ve suç ortaklarının cani yüzünü de görmeliyiz.
ABD’nin bunak Başkanı Biden’ın Gazze soykırımının başlangıç günlerinde “Eğer İsrail olmasaydı yerine mutlaka bir yenisini kurardık” diye tanımladığı İsrail, bölgede emperyalizmin piyonu ve vurucu gücüdür. Onun bugün Gazze’nin arkasından Lübnan’a sıçrattığı harekat, sadece emperyalist güçlerin bölge halkları üzerindeki tahakkümünü sürdürme çabasının yeni bir aşaması değil iflas eden neoliberal birikim modelinin yerine yenisini koymanın önünü Ortadoğu gibi stratejik öneme sahip bir bölge özelinde düzlemeye dönük bir hamledir.
Emperyalist kapitalizm krizlerini aşmak için savaşları bir araç olarak kullanmaktan geri durmaz. Dolayısıyla kapitalist birikim modelleri, sermaye birikiminin sürekliliğini sağlamak için yeni açılımlar ve alanlar yaratma gereksinimi duyar. Ancak her birikim modeli zamanla tıkanır ve krizler üretir; bu noktada sistem kendini yeniden üretmek için mevcut üretici güçlerin büyük ölçeklerde tahribine yol açan yıkıcı yöntemlere başvurmaktan kendini alıkoymaz.
Gazze’de hayasızca sürdürülen yıkım ve soykırım saldırılarının ardından savaşın şimdi Lübnan’a sıçratılmasının arkasında elbette öncelikle bölgedeki direniş hareketlerini zayıflatıp etkisizleştirme amacı yatıyor. Fakat bu saldırıları salt bu amaçla sınırlı askeri-siyasi harekatlar olarak görmek dar ve yanıltıcı olur. Bu saldırganlığın temelinde ABD ve suç ortaklarının bu hedefi de içerek tarzda Ortadoğu’da sermayeye yeni olanak ve alanlar açma stratejik amacı yatmaktadır. Başka bir anlatımla, siyonist yayılmacılığın vurucu güç olarak kullandığı bu vahşetin gerisinde yeni bir emperyalist sermaye birikim modelinin Ortadoğu özgülünde inşasının önünü düzleme amacı vardır.
Netanyahu katilinin BM kürsüsünde yaptığı son şov sırasında yan yana gösterdiği iki harita bu amacın özlü bir itirafıdır (Curse: Lanet, Blessing: Nimet). O harita, siyonizmin 7 Ekim’den bu yana işlediği insanlık suçlarını akıl almaz bir kayıtsızlıkla seyreden gerici Arap rejimlerinin hangi hayal ve beklentilerle satın alındıklarının da belgesi özelliğine sahiptir. Bu aşağılık kan emicilerin önde geleni Suudi Arabistan Veliahtı Salman’ın “Filistin benim umurumda değil, ben kendi ülkemi düşünürüm” sözü o haritada “nimet” olarak tanımlanan Hindistan-Ortadoğu-Avrupa yol projesi IMEC’ten payına düşecek kemik beklentisini anlatır.
Kapitalizm, doğası gereği sürekli genişleme ve yenilenme ihtiyacı duyan bir sistemdir. Ancak genişleme potansiyeli tükendiğinde veya büyüme yavaşladığında bir kriz ortamı doğar. Bu kriz sermayenin sömürü ağını derinleştirme ve yeni yatırım alanları yaratma çabalarını tehlikeye atar. İşte bu noktada savaş, sermayenin krizlerini çözme yollarından biri olarak devreye girer. Savaşlar bir yandan var olan üretici güçlerin tahrip edilmesine bir yandan da yeniden yapılandırılarak yeni birikim alanlarının açılmasına olanak tanır. Tahrip edilen altyapının yeniden inşa edilmesi, üretim araçlarının yenilenmesi ve savaş sonrası dönemde talep yaratılması, sermayenin krizden çıkmasına ve yeni bir genişleme döngüsüne girmesine imkan sağlar.
Bu bağlamda, İsrail’in bölgedeki soykırım saldırılarını yalnızca politik ve askeri kontrol aracı değil, aynı zamanda kapitalist sermaye birikimi açısından da bir işlevi olduğunu görmek gerek. ABD emperyalizmi ve bölgesel müttefikleri, bu saldırıları sayesinde bölgedeki sermaye akışlarını ve ekonomik yapılandırmaları kontrol altına alarak yeni sermaye birikim süreçlerinin önünü açmaya oynuyorlar. Dolayısıyla, kapitalist birikim ile ilişkisi içerisinde savaş yalnızca bir askeri veya politik strateji değil aynı zamanda ekonomik yeniden üretimin bir aracıdır. Bu doğrultuda savaş sermayenin kriz anlarında başvurduğu çıkış yollarından birisidir; yıkımı yeni bir birikim rejiminin inşasına dönüştürür.
Direniş Dinamiklerini Zayıflatarak Emperyalist Çıkarları Korumak
İsrail’in Lübnan’a yönelik harekâtı, Batılı emperyalist güçlerin bölgenin yeraltı-yerüstü kaynaklarının soğrulması ve mutlak kontrol için dikensiz gül bahçesi yaratma çabasının yalnızca bir parçasıdır. İsrail’in bölgede kendine düşman olarak belirlediği Hamas, Hizbullah, Yemen’deki Ensarullah hareketi ve İran gibi aktörlere karşı mutlak kontrol sağlama arayışı, aynı zamanda bölgedeki sınıfsal çelişkileri derinleştirmekte ve ezilen halkların örgütlü mücadelesini baskı altına almaktadır.
ABD ve Batılı devletlerin desteğiyle İsrail, bölgedeki direniş hareketlerini bastırarak kapitalist tahakkümü sürdürmeyi amaçlıyor. Çünkü en son 2011 yılında Arap Baharı ile ortaya çıkan halk hareketleri, emperyalizmin Ortadoğu’daki zayıflığını gözler önüne sermişti. Bu süreçte işçiler ve yoksullar, sokaklarda, meydanlarda ve savaş alanlarında emperyalizme ve gerici rejimlere karşı örgütlenmiş ve mücadele etmişti. Batı’nın kuklası olan diktatörlerin devrilmesi, emperyalist sistemin krizini ve zayıflığını ortaya koymuştu. Sistem şimdi İsrail siyonizmi aracılığıyla aynı korkulu rüyayı bir kez daha görmemek için ortalığa dehşet saçıyor.
İsrail’in bugün Lübnan ve Gazze’ye yönelik saldırıları, yalnızca askeri bir harekât değil aynı zamanda halkların özgürlük mücadelesini bastırma girişimidir. Emperyalist güçler, kapitalist düzenin korunması adına İsrail’i bölgedeki baskı aracı olarak kullanırken, işçi sınıfı ve yoksullar, bu saldırıların en büyük hedefidir. Ancak tarihin bize gösterdiği üzere, işçiler ve ezilen halklar emperyalist güçlere karşı örgütlenip mücadele ettiklerinde sömürü ve baskıya karşı en büyük tehdit haline gelirler.
Emperyalist güçlerin savaş politikalarına karşı işyerlerinde, sokaklarda ve meydanlarda yükselecek ezilen halkların ve işçi sınıfının sesi en büyük direniş gücü olacaktır. Ortadoğu’daki emperyalist savaşlara karşı gerçek çözüm, işçi sınıfının ve ezilen halkların uluslararası dayanışmasında ve mücadelesinde yatmaktadır.