Mürüvet Küçük
Dünyada yeni bir emperyalist hegemonya yarışının kızıştığı ve bu yarışın esasında yeni bir dünya sisteminin kurulması üzerinden şekillendiği bir dönemden geçiyoruz. Bu keskinlik işçi sınıfına, ezilen halklara, sistemin çok yönlü saldırılarına karşı direniş gösteren ya da gösterme potansiyeli taşıyan tüm dinamiklere karşı sınırsız-kuralsız bir saldırganlık olarak yansıyor. Çünkü yeni bir dünya düzeni sadece haritalar, denetim ve kontrolü değil, yeni toplumsal-sınıfsal ilişkilerin kurulmasını da kapsıyor.
Gazze’de ya da Lübnan’da bu, hiçbir yasa-kural-evrensel değer tanımayan ve her defasında bir önceki yapılanı aratır azgın bir faşist terör ve işgalcilik biçiminde seyrediyor. Orada olup bitenlerin ruhu, aslında tek tek ülkelerin işçi ve emekçilerine karşı da vücut buluyor. Geçmişe ait tüm kazanımları kökünden kazıyıp yeni bir sömürü, toplumsal-sınıfsal ilişkiler düzeneğinin kurulması için gemi azıya alacak bir saldırganlıktır söz konusu olan. Şu anda “barış”tan bahseden iktidar blokunun aslında yeni Gazzeler yaratmakla eşgüdümlü bir biat tahayyülü içinde olduğunun giderek netleşmesi gibi…
İşçi ve emekçilere yönelik saldırganlığın nasıl seyrettiğini yaşayıp görüyoruz. Emperyalist kapitalizmin bu dönemdeki ruhu saldırı, daha fazla saldırıda vücut buluyor. “Buna karşı duruşun bir reçetesi var mıdır?” diye sorulacak olsa herhalde “geri adım atmamak, savunduklarından, kazandığın mevzilerden taviz vermeden savaşmaktır” diye yanıt verilir. “Hasmınızın hoyratlığı karşısında attığınız her geri adımın size daha büyük bir saldırı olarak geri döneceğini” söylemek…
Bu açıdan Lübnan tipik bir örnektir. Tepeden tırnağa modern silahlarla donanmış, arkasında ABD ve İngiltere gibi emperyalist güçlerin durduğu İsrail’in planladığı kara harekatına girişme denemesinin verdiği kayıplarla sonlanması onca kükremelerine rağmen bu yönde halen bir adım atamaması biçiminde hükmünü konuşturuyor.
Aynı yasa, zamanın ruhu kapsamında işçi eylemlerinde de karşımıza çıkıyor. Fernas Madencilik işçilerinin 53 gün süren direnişi bu açıdan birçok gerçeğin özeti gibi. İşçiler, tüm olanaksızlıkları, genel olarak sınıf ve kitle hareketinin zayıflığı, dayanışma ağlarının cılızlığı, güçlü bir direniş odağının yokluğu koşullarında ısrarlı ve inatçı direnişçilikleriyle Meclis kürsüsünden tehditler savuran patronu dize getirmeyi başardı. Bunun tek bir açıklaması yok elbette. Ama en temelde durdukları yerden geri adım atmamaları belirleyici oldu. Güçlerinin sınırlarını, tüm nesnel ve öznel zayıflıkları değil -bilinçli ya da bilinçsiz- zamanın ruhunun bir mevzide geri adım attığın anda tepene çöreklenmeyi bekleyen zebanilerce teslim alınmakta somutlandığı yasasına göre hareket ettiler.
Son olarak yüzlerce kilometrelik yolun belli etaplarını yalınayak yürüyerek Ankara’ya geldiler. Kapitalist düzenin yasaları Meclis’e yaklaşmalarını engelliyordu, önlerine barikatlar çıkarıldı. Geri adım attıkları anda Ankara’dan çıkarılacaklardı, atmadılar. Kurtuluş Parkı’nda yatıp kalktılar, en umutsuz anda bile “mutlaka kazanmalıyız” zorunluluğunun bilincine sarıldılar ve sınıf inatlarıyla sabrını birleştirerek direndiler. Kazandıkları mevzilerden geri adım atmadıkları oranda hasımlarını da sıkıştırıp müzakere yolunu açmayı başardılar.
Bu, somut kazanımlardan da önemli bir sonuçtur aslında. Keza Fernas’ın iktidar partisinden Milletvekili olan patronu hem sırtını iktidar-devlet gücüne dayamaktan aldığı gücün şımarıklığı hem de Somalı maden patronlarının kolektif sınıf düşmanlığı tutumu konusunda tepesinde boza pişirip “aman taviz verme” basıncıyla bu işçiler hakkında Meclis kürsüsünden iki kere açıklama yaptı. Her ikisinde zehirli bir dil kullanarak… O kadar ki Bağımsız Maden-İş Başkanı ve işçilerin bazılarını “münafık” olarak tanımlayacak kadar kendisini kaybetti. Patronlar cephesinden yasa net: Sınıfa karşı sınıf! İşçiler de buna uygun hareket ettiler.
Aynı şey Polonez, As Plastik ya da şu ana kadar devam eden diğer direnişler için de sözkonusudur. Zamanın mücadelelerinin yasası genel olarak sınıf hareketi zayıf olsa da bir avuç kalsan da sınıfa karşı sınıf tutumundan taviz vermemekten geçiyor. Bu tüm zamanların yasasıdır elbette. Bu dönemin farkı o yasanın en keskin en çıplak biçimiyle hükmünü konuşturmasıdır.
Artık her cephede bu böyledir. Karşımızdaki gücün nerede ne yapacağının eski ölçütlere göre kestirilemeyeceği bir dönem bu. En akıl almaz, vicdana sığmaz biçimleri gözünü kırpmadan devreye sokacağı… Bu gerçekliğe karşı savunduklarından taviz verip mevzilerinde azıcık da olsa geri çekildiğini hissettiği-gözlemlediği anda tepene binmeye hazır bekliyor. Ancak sağlam durduğunda, tutumunu net bir şekilde koyduğunda da bu işin o kadar da kolay olmayacağını görmenin en azından sersemlenmesini yaşayabiliyor, taviz verir hale gelebiliyor.