Mürüvet Küçük
MHP Genel Başkanı ve Cumhur İttifakı ortağı Devlet Bahçeli’nin 1 Ekim’de tetiğine bastığı “süreç”, kayyumlar, Erdoğan’ın 10 Kasım’da ardı ardına yaptığı açıklamalarda dile getirdiği parti kapatma ve sınır ötesi operasyon tehditleriyle devam ediyor.
Nereden bakarsak bakalım bu sefer 2009’da Oslo görüşmeleriyle başlayan ve o zamanki Başbakan Erdoğan’ın “milli birlik ve kardeşlik projesi” olarak tanımladığı, “demokratik açılımla projemizi hedefine ulaştıracağız” diyerek altını çizdiği “süreçlerden” her açıdan farklı bir sıralama izleniyor. Sanki filmin sonu başına getirilmiş gibi.
Keza o dönem başlayıp kesintiler ve çeşitli sapmalarla ilerleyen “süreçlerde” görüşmeler gizli kapaklı yapılıp herhangi bir hukuki ve siyasi nitelik kazanmamış olsa bile belli bir “somutluk” üzerinden yürüyordu. En azından gizli görüşmelerin hükümet yetkililerinin ağzıyla deklare edilmesi söz konusuydu. Daha baştan “silah bırakıp teslim olun” dayatması biçiminde değil belirli “demokratik açılımlarla” iç içe geçen bir işleyiş söz konusuydu. Zamanın İçişleri Bakanı Beşir Atalay bunu “İnsan Hakları Paketi” olarak sunmuştu ve bir başlangıç açısından karşılıklı adımlar atılmıştı.
Karşılıklı hamleler, tıkanma ve geri çekilmeler ve yeniden hızlanmalar biçiminde süren görüşmeler, Ortadoğu’daki altüst oluşların gölgesinde ilerliyordu. Bölgesel gelişmeler, Kürt özgürlük hareketinin Rojava’da elde ettiği kazanımlar, Kobanê’nin “düşmemesiyle” bu kazanımların pekişmiş olması iktidarın iniş çıkışlarla yürüttüğü “çözüm sürecinin” sınırlarını da ortaya koymuş oldu.
Artık sıra “çöktürme planına” gelmişti. “Çözüm süreci” ile çözülemeyen, toplumsal gücünü pekiştirip özgüven kazanan özgürlük hareketinin tüm toplumsal kazanımlarıyla birlikte ezilmesiydi masada olan.
Kayyumlar, tutuklamalar, Cizre ve Sur başta olmak üzere yerle bir edilen Kürt illerinde yapılıp edilenler, parti kapatmalar birbirini izlemiş, hareketin nefes alıp verdiği tüm dinamikler bir savaş konseptinin parçası olarak hedefe çakılmıştı.
Şimdi ise o çöktürme planının güncellenmiş halini yaşıyoruz adeta. Gazze’de Filistin halkına dayatılanları çağrıştıran saldırıların burada Kürt halkına uygulanmasına tanık oluyoruz. Gerek Bahçeli’nin gerekse Erdoğan’ın açıklamalarında kullandıkları “teslim olmazsanız daha kötüsünü yaparız” mealindeki cümleler, ardından yapılıp edilenler, dozajı adım adım yükselen saldırı dili akıllarından geçenin ön habercisidir.
Önceki süreçlerde olduğu gibi bu sefer de dünya ve bölgede olup bitenlerin ağır gölgesi altında yaşanıyor her şey. Fakat şimdi emperyalist kapitalizmin aşılamayan yapısal krizinin daha kapsamlı bir savaş ve kıyımla aşılmaya çalışıldığının açık emareleri var. Bir bölge hatta dünya savaşından bahsedilecek emareler bunlar.
Gazze’den başlayarak Ortadoğu’nun altüst edilmesi, sınırların yeniden çizilmesi hedefleniyor. Esas kıyamet emperyalist güçlerin dünyayı yeniden paylaşması üzerinden kopuyor. ABD ve yardakçısı Avrupalı emperyalistler, yeraltı kaynaklarını, tedarik ağlarını, enerji geçiş hatlarını güvence altına almak için tüm uluslararası kurumları, hukuku, işleyişi çoktan ayaklar altına almış durumda. Belirleyici emperyalist gücün kim olduğunun yeniden kanıtlanması için “olmaz” denilen her şeyin yapılıp edilebileceği bir ruhu var dönemin.
Çıtayı hayli üst perdeden koyarken filmin sonunu başa getirerek açılışta ilan eden Bahçeli’nin kendisine has saçmalıklarla bezeli açıklamalarından geride kalan en somut şey, Kürt özgürlük hareketinin teslim bayraklarını çekmesi buyruğudur. Hareketin çeşitli bileşenlerini ayrıştırarak ama özde hiçbir hak talep etmeden teslim olmayı dayatarak perdeyi açan Bahçeli’nin bu çıkışının somut ifadesi de ardı ardına yaşananlarla geldi.
Erdoğan’ın minnet duyarak “devlet aklı” diye övgüler yağdırdığı bu akıl, Kürt halkının kapsamlı bir çöktürme planının hedefi olması, alabildiğine yalnızlaşıp paralize olması ve direnişe dair tüm dinamiklerini ve ruhunu teslim ederek sisteme angaje olmasını ifade etmektedir.
Önceki süreçlerde sonda yaşanan şimdi başta dayatılmaktadır. Bir masa olacaksa bile bu ancak gerillanın tasfiye edilmesi, Rojava başta olmak üzere Kürt kazanımlarının dağıtılması, halkın örgütlülüğünün çözülmesi, nefes alıp verdiği yaşam damarlarının kesilmesi sonrasında olabilir deniliyor. Onun da anlamının ne olduğu açıktır: Can vermek üzereyken nereye imza atması gerektiği ikinci bir el tarafından yönlendirilen bir hastanın halidir bu.
Mesele aynı zamanda burjuva muhalefet de dahil tüm muhalefet ve direniş dinamiklerini paralize etmeyi, bölmeyi ve faşist rejimin bunun üzerinden tahkimatını da kapsıyor elbette. Kürt halkının yalnızlaştırılması konseptiyle iç içe geçen bu tahkimat girişimi, CHP’nin titrek duruşunu bile sindiremeyen ulusalcı-kafatasçı kesimlerinden yükselen seslerle iç içe geçiyor.
Bu arada asgari ücrete yüzde 25 oranında artış yapılmasının dayatılacağı, emekçilerin eridikçe eriyen ücretleriyle dayatılan sefalet arasındaki gerilimin büyüyeceği öngörüsü de bu keşmekeşle perdelenmeye çalışılıyor.
Fakat hayatın, daha saf ifadeyle sınıf mücadelesinin kanunları masa başında yapılan planlara uymaz çoğu zaman. Onun işleyiş yasalarıdır planların uygulanıp uygulanmayacağını belirleyecek olan. Bu yasaların en net olanı, saldırılar karşısında kendinden taviz vermeden durabildiğin oranda hasmını geriletebileceğindir. Kürt halkı bugün bunu yapıyor. İşçi ve emekçilerin dayatılan sefalete karşı birikmiş öfkesinin Bahçeli’nin açtığı oyukta kaybolmamasıysa bu gidişatın en önemli barikatı olacaktır. Belediye işçilerinin satış sözleşmeleri karşısındaki tepkileri, MESS dayatmaları karşısında Çemaş Döküm işçilerinin kararlı duruşlarıyla imzalanan sözleşme, sendikal örgütlenmeye yönelik saldırılar karşısındaki inatçı direnişler yol göstericidir. Bu ruhun her dinamiği, sistem açısından istenmeyen sonuçlar yaratacak her potansiyeli yutmayı hedefleyen “süreç” tuzağı içinde boğulmaması yaşamsal önemdedir.