Mürüvet Küçük
Soyut tarihsel anlatımlar çoğu zaman bir dönemi, tarihin bir dönüm noktasını, büyük dönüşüm ve farklılaşmaları anlamamıza yetmez. O dönemin gündelik hayatını da kafamızda canlandırmak isteriz. Romanlar, filmler, hikaye ve hatta şiirler yetişir imdadımıza. Devrimler, büyük savaşlar, iç savaşlar, tarihin dönemeç noktalarındaki toplumsal ilişkiler edebiyat ve sanatın diliyle belleğimizde-ruhumuzda başka bir derinlik kazanır. Marx’ın biçim ve içeriğiyle güçlü bir bütünlük oluşturan sanat eserlerinin yarattığı etkiyi “Demek ki üretim, yalnızca özne için bir nesne yaratmakla yetinmez, aynı zamanda, nesne için bir özne de yaratır” sözleriyle özetlemesinde olduğu gibi.
Elbette her sanatsal üretimde sanatçının öznel yaklaşımları da girer işin içine, ama yine de dönemin ruhunu, bu ruhu yansıtan insan profillerini, sınıflar arasındaki ilişkileri, gündelik toplumsal hayatın temel izleklerini kafamızda canlandıracak en güçlü kaynaklar onlar olur.
Bu, devrim romanları açısından da böyledir. Devrim romanları tarihin yeni bir dönüm noktasının tüm çelişkilerini, dinamizm ve karmaşasını hissettirir bize. Yıkılmış olanın yerine her açıdan yeninin kurulması telaşını… Üretimden toplumsal ilişkilere, insandan ortak tahayyüllere, sorun ve sıkıntılardan onların aşılması için ortaya çıkarılan toplumsal sinerjiye en önemlisi de bu sinerjinin nasıl ortaya çıkarılacağına kadar aklımıza gelebilecek her konuda kafamızda canlı bir tablo oluşturmanın ilk kaynağı olurlar. Eğer biçim de muhtevasının gücüyle bütünleşmişse bu etki derinleşir, Marx’ın deyimiyle o “nesne” kendisi için yeni bir “özne” yaratmış olur.
Bu romanlar içinde bizi en çok etkileyenler genellikle dönemin gündelik hayatına, insan profiline odaklananlardır. Tüm bunları keskin bir gerçekçilikle estetiğin sentezi içinde kurgulayıp serimleyen eserlerdir. Jurbinler böyle bir romandır.
Sahne, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı döneminde faşist ordular tarafından milyonlarca insanı öldürülmüş, binlerce fabrika-çiftlik-kent ve köyleri yerle bir edilmiş, son mermisine kadar savaşarak o yerle bir edenleri inlerine kadar kovalamış Sovyetler Birliği’nin küçük bir kasabası olan Lada’dır.
Lada Nehri’nin kıyısında kurulmuş emektar gemi yapım fabrikasının modern bir fabrikaya dönüştürülmesi, üretimin birleşik ve seri bir niteliğe kavuşturulması planıyla işçilerin yaşadığı heyecanın, kaygıların, tartışmaların, canlı ilginin, yenilenme çabası ve uğraşlarının iç içe geçtiği atmosfer, asılında romanın da omurgasını oluşturur.
Roman 3 kuşağın büyük bir evde bir arada yaşadığı Jurbin Ailesi’ni merkeze alırken hem fabrikanın dönüşümü hem devrimin tüm kritik etaplarında varlarını yoklarını, yetenek ve canlarını ortaya koymuş Jurbinler’in gündelik hayatını hem de Sovyet işçi sınıfının üretimle nasıl bir ilişki kurduğunu ve bu ilişkideki diriliğin hangi kaynaktan beslendiğini serimleyerek ilerler.
Kitap boyunca sosyalizmde üretim süreçlerini, işçilerin ürettikleriyle nasıl bir ilişki kurduklarını, kendilerini her etapta özne hissetmelerinin sırrını, fabrikanın “birleşik ve seri” üretime geçmesi esprisiyle işçilerin birleşik ve “seri” gelişimi arasındaki dolaysız ilişkiyi hissedersiniz. Bir işçinin hem kendi işinden sorumlu olması ama hem de geminin bütünün inşası için o parçanın-işin önem ve anlamını bilmesi dahası üretimin bütünsel bilgisinin temel çizgilerine sahip olmasına geçişin sancı ve heyecanıdır okuduğunuz. Sanki üretim de işçiler ve genel olarak toplumsal ilişkiler de komünizme doğru bir adım daha atmaya hazırlanıyorlardır.
Bu arada işçi için fabrika ile ev arasında duvarlarla ayrılmış bir bölünmenin olmadığını, işçinin kendisini evinde nasıl hissediyorsa fabrikada da öyle insan hissettiğini yarattığı güçlü kahramanlar, zengin anlatım ve tasvirlerle kafanızda canlandırırsınız. Marx’ın işçinin kapitalist üretimde yabancılaşmasına ilişkin tezlerinin tam karşısındadır Lada gemi fabrikasındaki işçiler.
Elbette onlarda da birbirini çekemeyen, hava atan, yetenek ve kapasitesinin sınırlarını zorlamayan, üretimin toplumsal anlam ve değerini yeterince kavrayamayan, süreçlerin bilinçsiz bir parçası olarak bütünün hareketiyle sürüklenenler var. Ancak özellikle çekirdekte yer alan ve bilinçleri, üretimle kurdukları ilişki, dahası varlıklarıyla her karmaşık işin üstesinden gelecek bir dinamizmin tetikleyicisi olan komünist işçiler şahsında bir yönelimin altı çizilir. O da Sovyet işçi sınıfının üretim organizasyonu, teknik bilgi ve hakimiyet konusundaki yenilenme, daha gelişkin ve üretken olana yönelme çabasıdır. Onlar elleriyle kurmuşlardır bu işçi devletini, yeni çıktıkları büyük savaş da eserleri olan bu sistemi daha da güçlendirmek için canla başla çalışmalarını gerektiriyordur.
Yer yer daha sonra her şeyi bir yana bırakıp emperyalist kapitalizmle rekabeti merkeze koyan revizyonist yaklaşımın temellerinin şekillendiği duygusu yaşamıyor değil insan, ki komünist işçilerde bu “düşmanlarımıza karşı güçlü filolarımız olmalı” gibi cümlelerle de ifade ediliyor.
Yazar bu minvalde kurulan tüm cümleleri, Sovyetler’in güçlü olmasının aynı zamanda diğer ezilen halklara, işçi sınıfı mücadelelerine de büyük bir moral olacağı, onlara yapılacak yardımların da daha da kolaylaşacağı amacıyla birleştirerek belli bir bilinç eksenine oturtmaya çalışır. Araya sık sık işçilerin üretirken aynı zamanda savaştan sonra oluşan halk demokrasisi ülkelerinin emekçilerine ya da Kamboçya’da, Endonezya ve o kesitte dünyanın başka noktalarında devam eden sınıf mücadelelerine güç vermek için de ürettiklerini, onlara karşı sorumluluk duydukları diyalogları girer.
Bu diyaloglar, üretimle kurulan komünist bilincin ifadesi olarak kaygınızı bir nebze hafifletir. Keza bu diyaloglar bile işçinin üretimle, ürettikleriyle nasıl bir ilişki kurduğunun ifadesi olur. Fakat toplumsal hayatta özellikle üretimle yeniden üretim arasındaki ilişkideki dengesizlik roman boyunca yakanızı bırakmayınca bu diyaloglar da kaygınızı hafifletmez.
Ama tüm bunlara rağmen roman, işçinin üretimle yabancılaşmadan kurduğu ilişkinin canlılığıyla esinleyici, geleceğin ilişkilerini tahayyül etmenizi teşvik eden güçlü bir etki bırakır.
Kapitalizmde işçi ürettiği ürüne, kendi etkinliğine, diğer insanlarla ve doğayla ilişkisine yayılan kapsamlı bir yabancılaşma ilişkisi içindedir. “Kendisine, insana, doğaya ve bu nedenle de bilince ve hayatın akışına yabancılaşmak”tır bu. Jurbinler romanındaysa işçilerin tüm davranışları, ilişkileri, yapıp ettikleriyle kurdukları ilişki, tam tersinedir.
Marx, kapitalist çalışmanın işçinin bedenini çürüttüğünü, aklını iflas ettirdiğini söyler. Bu çalışmanın işçinin fiziksel görünümünü bile belirgin bir şekilde etkilediğini, onu “kendi bedeninin kırıntısından ibaret” hale getirdiğini, “makinelerin yaşayan uzantısına” dönüştürdüğünü belirtir. İşçinin aklının da işinin doğası ve çalışma koşulları tarafından tahrip edildiğini vurgulayarak onun “sanrılarına, çürüyen irade gücüne, zihinsel donukluğu ve özellikle cehaletine” işaret eder. Çünkü “çalışma işçiye dışsaldır”, “özsel varlığına uygun değildir” diye vurgular. İşçinin bu nedenle çalışırken kendisini onaylamadığına, reddettiğine işaret eder, “mutsuzdur, rahat hissetmez” der.
Bugün tuvalete gitmenin bile dakikalarla ölçüldüğünü, kapitalistin üretimin tüm etaplarında yoğun bir kontrol sistemi kurduğunu, işçinin çalışıp çalışamayacağının kararının da onun iki dudağı arasından söze ve kâr maksimizasyonu hesaplamalarından çıkan sonuca bağlı olduğunu düşünecek olursak Jurbinler’de anlatılan çalışma düzeninin, ilişkilerin, üretkenliğin –tüm lekelerine rağmen- nasıl bir dünyayı imlediğini anlamamız daha kolay olur.
Kapitalizmde olduğu gibi “İşçinin emeğinin ürünüyle kendi üzerinde güç uygulayan yabancı bir nesne olarak kurduğu ilişki” yoktur Jurbinler’deki Sovyet işçilerinde. Onlar çalıştıkları gemi üretim fabrikasında inşa edilen tüm gemileri kendi evlatlarıymış gibi sevdikleri gibi, toplumsal yaşamın bütününde nasıl bir işlevleri olduğunu bilerek onlarla gurur duyarlar. Marx’ın kapitalizm koşulları için özetlediği “(…) emeğin nesnesinin (işçiye) yabancı olmasında özetlenen tek şey ise, çalışma etkinliğinin (işçiye) yabancı olması, yabancılaşmasıdır” olgusu yoktur bu üretimde. “ürün(…) etkinliğin ve üretimin bir özetidir” ve işçiler o özetle sahici, canlı, nerelerde dolaşacağını bilecek kadar dolaysız bir ilişki kurarlar. “Ürün işçinin karşısına çıkan, kendi başına bir güç” olmaz.
Jurbinler’in her kahramanında kapitalist üretimle sosyalist üretim arasındaki bu tersten ilişkiyi capcanlı görürsünüz. Sosyalist üretim ilişkilerinin olduğu bir dünyadaki çalışma düzeni içinde işçinin iş ile iş dışındaki yaşamı birbirinden ayrılmaz. Çalışmak karın doyurmak için emek gücünün kapitaliste satıldığı bir zorunluluk olmaktan çıkıp insanın doğasına uygun bir edim, ihtiyaç haline gelir. Yazar bunu kuşaktan kuşağa devrimleri yaşayarak deneyimlerini birbirine aktarmış Jurbin Ailesi üzerinden yapar asıl olarak. Yine partinin yetişmiş, deneyim ve birikimleriyle komünizm idealini kendilerinde cisimleştirmiş kadrolarıyla da bunu hissedersiniz. Jurbinler işi bir zorunluluk olarak değil hayatın doğal bir parçası, edimi olarak görürler. Her gün sabah işe gidişleri bile büyük bir heyecanla, aceleyle gerçekleşir.
Yer yer üretimin fazlasıyla fetişleştirildiği duygusu yaşatır roman. Stahanovcu yarış kültürü 1950’lerde yaşanan yeniden inşa sürecinin de bitmez tükenmez bir parçasıdır mesela. Bazı işçiler özgülünde açık bir üretim kültü sözkonusudur. Ama sezgileri ve deneyimleriyle komünist işçiler bu yarış halinin işçilerde yarattığı yozlaşmayı da fark edip dolaysızca müdahale ederler. Genç Jurbin Aleksey’in gemi yapımında kullanılan perçinlemeyi hızlandıracak bir yöntem bulması ve üretim kapasitesini büyütmesi sonucu gazetelerde, fabrika panosunda boy boy fotoğraflarla yer almasının onu körelttiğini, baş dönmesi yarattığını söyler, uyarırlar. Nitekim bu uyarılar ve fabrikanın değişen sisteminin zorunlu hale getirdiği yenilenme Aleksey’in hayatını doğrudan etkileyen anlamlı sonuçlar yaratır.
Son derece politiktir işçiler, Dünyanın neresinde devrimci bir kalkışma varsa bilirler, haritadan yerini görmeye çalışırlar. Bilimsel teknik gelişmelere canlı bir ilgileri vardır. Hepsiyle gurur duyarlar. Üretimi kendi dışlarında bir gücün güdümünde gerçekleştirdikleri bir edim değil de kendileri için gerçekleştirilen doğal, gerekli bir pratik olarak içselleştirmişlerdir.
Aynı zamanda neşeleri, öfkeleri, dinlenme alışkanlıkları, merakları, çevreleriyle ilgileriyle insandırlar. Yani kapitalizmde olduğu gibi insan olmayı sadece güdüsel ihtiyaçlarını karşıladıkları zaman hissetmez, üretim ve gündelik hayatları, ilişkileri, olup biten her konu ve gelişmedeki duyarlılıklarıyla hissederler. Henüz bulanıklar vardır elbette, ama bunların da aşılacağı umudu verirler sorunları çözme yöntemleri ve vazgeçmeyişleriyle.
Sosyalist sistem fabrika komiteleri, sendikası, kulüpleriyle işçinin üretimi denetlemesi, karar süreçlerine katılması konusunda birçok araç yaratmıştır. Fabrika komitesi toplantılarındaki dolaysız tartışmalar, açık yüreklilik çarpıcıdır, başka bir kültürün inşa edildiği duygusunu derinden yaşatır. Kulüplerin -o kesitte tıkansa da- genel olarak çok işlevsel olduğunu anlarsınız. Jurbinler’in bazıları bu kulüplerde aldıkları eğitimlerle akademiye giriş yapmıştır mesela. Bu kulüplerin gündelik hayatı tekdüzelikten çıkarmak gibi bir rolleri de vardır. İşçilerin ilgi alanlarını genişletmek, yeni yetenekler kazanmaları ya da potansiyel yeteneklerini açığa çıkarmayı sağlayacak bir misyonu yerine getirirler.
Ancak küçük burjuva unsurların bu kurumların çalıştırılmasında yarattıkları handikaplara da çarpıcı örneklerle yer verilir romanda. Bu yönleriyle sonraki yıllarda yaşanacak yozlaşma ve yabancılaşmaların da ipuçlarını yakalarsınız. Bu handikaplara karşı en önemli bariyer komünist işçilerdir. Onların tipik özelliği doğrudan konuşmaları, hata ve zaaflarla uzlaşmamaları, samimiyetleridir. Ama bu özellikler asıl olarak eski kuşaklar nezdinde resmedilir, sonra gelen kuşaklar henüz anladığımız tarzda olgunlaşmamıştır. Belki de revizyonistleşme sürecinde önemli etkenlerden biri de bu kuşağın giderek tükenmesidir diye düşünmeden edemez insan.
Tüm bu yanlarıyla roman oldukça canlı, doğal, içten bir kurgu ve anlatımla güçlü bir sosyalizm propagandası yapar. Fakat mesele toplumsal cinsiyet eşitliğine, geçmişten taşınan ataerkiyle mücadeleye ve en önemlisi de üretim ve yeniden üretim arasındaki dengesizliğe gelince şaşkınlık içinde kalırsınız. İlginç olansa kadın sorununun en hassas meselelerinde insanı hayrete düşürecek bir gelişkinlik yakalanmışken kadının kurtuluşunun bam telini oluşturan üretim ve yeniden üretim arasındaki ilişkinin yer yer kapitalizmin devamı duygusu yaratacak kadar geri olmasıdır.
Jurbinler’den dede Matyev, Çarlık Rusyası zamanındaki altüst oluşları, 1905 devrimini, 1917’yi yaşamış tutarlı bir işçidir. Oğulları İlya ve Vasili de devrimi, iç savaşı yaşamış, onun bir parçası olmuş, komünist partinin üyeleri olarak her cephede savaşmışlardır. İlya’nın 4 oğlu ve bir kızı vardır.
Daha romanın başında İlya’nın oğullarından Kostya’nın eşi Dunyaşka bir erkek çocuk doğurur. Çocuk doğumları romanın birçok yerinde “dünyaya bir insan geldi” sevinciyle karşılanır. Bu çok sıcak bir duygu yaratır insanda. Keza bu çocuğun nasıl doğduğu, babasının-annesinin kim olduğundan bağımsız olarak derin bir hümanizmayı ifade eder. Dedikleri gibi “sosyalizmde tek ayrıcalıklı sınıf çocuklardır” diye düşünürsünüz.
Ancak Dunyaşka’nın doğurduğu çocuk için yapılan kutlamada komünist işçi ve müstakbel bebeğin dedesi İlya, soyunun devamını kutlar adeta. Hatta torunun erkek olmasına özel olarak sevinir, havaya ateş açarak bunu kutlar mesela.
Aile, diyaloglarda “devletin en küçük birimi” olarak kutsanır. Hatta çocukların yaptığı bir yanlışta baba “sen yetiştirdin” diye anneyi azarlamaya kalkar, başka işçiler aile içinde yaşanan kadın merkezli sorunlarda aileyi, onun büyüklerini sorumlu tutar. Bunların bir kısmını “1917’den ‘50’lere gelen bir tarih. Bu kısa zamanda eski ataerkil, feodal davranış ve alışkanlıklar, değer yargılarını tümüyle aşmak elbette mümkün değil” diye düşünebilirsiniz. Ki romanda aile, aşk, sevgi, çocuklar, annelik gibi konularda dile getirilen son derece ileri yaklaşımlarla bir arada olmaları da şaşkınlık vericidir.
Jurbinler’in evlenen ya da evlilik yapmayı düşünen çocukları için getirdikleri tek kıstasın “aralarında sevgi ve güven var mı?” sorusuyla dile gelmesi son derece etkileyicidir. Ya da büyük oğulları Victor’un eşi Lida’nın ilişkilerinin birbirlerini üretmemesi nedeniyle tıkanıp fiilen bitmesi ve Lida’nın bunu daha fazla taşıyamayıp başka bir erkekle ilişkiye yönelip bir noktadan sonra da evi terketmesi karşısındaki tutum da çok ilginçtir. Hiç kimse Lida’ya kızmaz. Hatta Lida geri dönüp gelse kimse ondan hesap sormaz, ki dönüp geldiğinde de tüm aile sevinir, artık aralarındaki ilişkinin devam edemeyeceğini bildikleri halde devam etmesini isterler.
Onun evi terkedip gitmesi karşısında içlerinden geçen duyguyu Dede Matyev dile getirir: “Neden evden iyilik içinde ayrılmadın? Eski zamanlarda değiliz. Eğer canın bir yere gitmek istiyorsa seni kimse tutamazdı. İnsan gibi oturup her şeyi konuşabilirdin” der. Bir jeolog yardımcısı olarak geri dönen Lida’nın “kabahatliyim, bunu kendim anladım, sizden af dilemeye geldim” yanıtına bile son derece naif bir yanıt vererek “Ne affı! Demir bulmuşsun ya, işte sana af! O da eğer ulusal ölçekteyse” diye sıcak sarmalayıcı bir yanıt verir. “Ailede de işine gelirse” diye devam eder.
Lida’nın bir işçi ailesi olarak kendilerini küçümseyen yaklaşımlarına da “İnsan açık yürekli olmalı. Gelip konuşmalı: Değerli yoldaşlar, sizin yaşamınız bana göre değil. Siz karıncalar gibi didinip durun, ben genişlik istiyorum, özgürlüğümü istiyorum, demeli” der. “Benim böyle konuşmaya hakkım yoktu” diyen Lida’ya verdiği sonraki yanıtsa daha çarpıcıdır: “O zaman başka türlü ifade et, hata yaptım, kocam bana göre değilmiş de. Bunlar olur. Peki, ne olmaz? Kafanda gizli niyetler beslemek. Her şeyi anlat. İnsanlar en kötüsü bile olsa gerçeği duymak ister; buna tahammül edebilir ama kandırılmaya tahammül edemez” der.
Bu etkileyici tutum son derece ileri toplumsal cinsiyet ilişkilerini ifade etse de Matvey dedenin sözün bir yerinde “Sen bizim yüzümüze tükürdün” demesinde Lida’nın kaçışını ailenin onuru noktasından da ele aldığını, kadın erkek ilişkilerinin “iki kişi arasındaki bir mesele” olmasına daha çok zaman olduğunu anlarsınız.
Yine başka bir örnek de küçük oğul Aleksey’in sevdiği ve evlenme hazırlıkları yaptığı Katya’nın tam bu sırada gerçek bir asalak, sosyalizmin ruhuyla hiç buluşmamış, başında olduğu fabrika kulübünü de işlemez hale getiren kulüp başkanı tarafından kafası çelinir. Aleksey büyük bir yıkım yaşar. Araya “erkeklik gururunun kırıldığı” cümlesinin de girdiği olayın gelişiminde Aleksey Katya’nın kendisini aldattığını açıklamaz aileye. Sadece “birbirimize göre değilmişiz” der. Baba İlya bunu Aleksey’in Katya’yı aldattığı şeklinde okur ve onu çektiği odada azarlar, kulağını çeker. Bir yanı kadına verilen değeri gösteren bu örnekte de karşımıza ataerki aile reisi çıkar. Aleksey’in Katya’yı aldatma olasılığını ailenin de onuruyla ilişkilendiren pederşahi bir yaklaşım…
Sevgi-aşk-birliktelik iki kişi arasındaki bir ilişki, sorunları da onların sorunu değildir. Toplumsal dönüşümün hem bu kadar ileri hem de geri olması şaşırtıcıdır. İleridir, Katya daha sonra o adam tarafından hamileyken terkedilir. Katya toplumsal baskı vs. duymaksızın çocuğunun sorumluluğunu alarak onu doğurmaya karar verir, zaten adamla da nikahı yoktur. Hırpalanmış kadınlık onurunu tek başına ayakta kalma çabasıyla onarır. Hemen bir çiftlikte puantör olarak işe alınır, çocuğunu da orada doğurur. Aleksey onu halen sevmektedir ve hiçbir toplumsal baskı, “ne denir” kaygısı duymadan halen kendisini sevdiğini düşündüğü-bildiği Katya’yı kaldığı yerden alıp evine getirir, evlenirler. Hiç kimse de onları yadırgamaz. Katya’nın çocuğu “dünyaya bir insan daha geldi” sevinciyle karşılanır. Bu kadın-erkek ilişkilerinde tüm ataerkil kalıntılara rağmen ileri bir düzeydir.
Ya da mühendis Zina… Onu fabrika müdüründen komünist işçilere kadar hemen tüm erkekler büro çalışmasına mahkûm etmek isterler. Kadın cinsine karşı korumacı bir yaklaşım gibi görülen bu tutumlar aslında “bir etekli”ye olan güvensizlikleri, oldukça ağır bir iş olan gemi yapım işini kaldıramayacağına yönelik yaklaşımı ifade eder. Gerçi o ağır işte çalışan kadınlar da vardır, hepsi de kendilerini ispatlamışlardır erkeklere yani ispatlamak zorunda kalmışlardır. Zina da bilgisi, donanımı, işe yaklaşımı ve hayattaki duruşuyla erkeklerin saygısı ve güvenini kazanınca büro çalışmasından yapım işine geçişine onay verilir. Onay yine bir erkek işçinin isteğiyle olur.
Tüm bunlar asıl olarak kültürel dönüşüm kapsamında ele alınabilecek durumlardır. Ama bunlarla mücadelede özel bir duyarlılığın olmaması, kadınların kendi konumlarını belirme iradesine sahip olamamaları Komünist Parti’nin 1930’larda “artık ileri bir noktayı yakaladık” diyerek kadın bürosu Jonethel’leri tasfiye etmesi politikasıyla da doğrudan ilişkilidir. Kökleri son derece derin olan ataerkinin, toplumsal cinsiyet rollerinin aşılmasında özel bir kadın örgütlülüğünün varlığının olduğu kadar partinin ve devletin yönetici kademelerinde kadınların ağırlık kazanmasının ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anlarsınız.
Kadın işçiler ve genel olarak kadın sorununun komünist yönde aşılması konusunda özel bir “iktidar” gücünü temsil eden böylesi araçların yokluğu bu konuda meseleyi erkeklerin niyet ve yaklaşımlarına, insaflarına, yaşadıkları kültürel dönüşümün düzeyine havale etmek dışında bir anlam taşımamaktadır. Hepsinden önemlisi komünistlerin kadının özgürleşme sorununda parmak bastıkları nirengi noktasının 1950’ler Sovyetler Birliği’nde adeta görünmezleşmesidir. Oysa devrimin ilk yıllarında kadınların özgürleşmesi konusunda sadece hukuksal-yasal düzenlemeler yapılmamış, bu nirengi noktasına özel önem verilmiştir.
Nedir o nokta? Üretim ile yeniden üretim süreçlerini birbirinden ayırmamak, kadını yeniden üretimin mahkumu haline getirmeyip erkekle eşit koşullarda kamusal yaşamın bir parçası haline getirmek için gerekli altyapıyı sağlamaktır. Kollontai bunu “Devletle kilisenin ayrılması neyse evlilikle mutfağın ayrılması da odur” diye özetler.
Yaşamda eşitliğin aynı zamanda güçlü bir altyapı gerektirdiği bilinç ve yaklaşımıyla da kadını kamusal alanda erkekle eşit bir hareket serbestisine kavuşması için yeniden üretim kapsamına giren tüm bakım işlerinin toplumsal bir hizmete dönüşmesi için uğraşılır. Kısacası Marx’ın belirttiği “devrimlerin bile yıkamadığı aile tiranlığı“nın yıkılması ve yerine aile olmayan ailenin kurulması için gerekli altyapının oluşturulması sosyalist iktidarın önemli bir hedefidir.
Sosyalist iktidarın daha kurulur kurulmaz toprak reformunun ardından kadınların haklarını yasal-hukuki çerçeveye kavuşturması ve bunun altını bakım emeği kapsamına giren işleri kolektifleştirerek de doldurmaya çalışması dönemlere, ihtiyaçlara göre farklı bir tempo izlese de ilk on yıllarda kendi içinde belirli bir tutarlılık kazanmıştır. Hatta ilk anayasadaki haklar düzenlemesi sonraki anayasa yapım süreçlerinde oluşan birikim de gözetilerek daha güçlü bir muhtevaya kavuşturulmuştur. Anneliği tarihte görülmemiş bir yaklaşımla toplumsal bir mesele olarak tanımlayan, özel bir statü içinde ele alan Sovyet yaklaşımı, bunu haklarla da birleştirerek samimi bir yaklaşıma dönüştürmüştür.
Kadının özgürleşmesinin ekonomik bir karşılığının olduğu açık. Fakat bu bir tercih meselesi değildir. Yani “savaş geliyor, hazırlanmalıyız” ya da “savaştan çıktık ayağa kalkmalıyız” denilerek özgürleşmenin nirengi noktasını oluşturan bakım işlerinin kolektifleştirilmesi adımlarından vazgeçilemez. Bu hizmetlerin ekonomik maliyetlerinden yola çıkılarak taviz verilemez.
İlk on yıllarda sosyalist iktidar, kapitalist ülkelerde yüz yılları bulan olağanüstü reformları, onları da aşarak ve esas önemlisi de anlayışı esastan değiştirerek gerçekleştirir. O yıllarda kültürel dönüşümün esas döl yatağının bakım emeği kapsamına giren işlerin devasa bir kolektifleştirme ağı tarafından gerçekleştirilmesinden geçtiği anlayışıyla hareket edilir. Dünya tarihinde ilk defa anneliği ve ona bağlı bakım emeğini toplumsal bir mesele olarak gören buna uygun politikalar geliştiren Sovyet iktidarı, o tarihten sonra toplumsallaştırmayı hedeflediği bakım emeğini yavaş yavaş annelerin sırtına yıkacak bir gerileme içine girer. Kürtaj ve boşanma haklarının kullanımının zorlaştırılması, babalara yüklenecek görevlerin de kadınlara olmazsa devletin yüklenmesi, erkeklerin bu kapsama giren hiçbir meselede sorumlu tutulmamaları gibi düzenlemeler bunun ifadesi olur.
Jurbinler romanında bunu çok açık görebiliyoruz. Ne kreş vardır ne ortak mutfaklar, çamaşırhaneler… Evet, kadınların hemen hepsi bir işte çalışıyordur, ama bakım emeği evdeki anne Agafya’nın omuzlarındadır. İlerleyen bölümlerde onun da kahramanlık nişanı alan bir anne olduğunu öğreniriz. Anne Agafya bütün evin temizlik, yemek işlerini tek başına halleder. Doğan torunların bakımı da onun sorumluluğundadır asıl olarak. Çünkü gelinler çalışmaktadır. Çalışmadıkları zamanlarda Agafya’ya yardım ederler. Ama erkeklerin hiçbiri bu işlere el atmaz.
Belli ki o yıllarda da büyük bir ekonomik külfet oluşturan yeniden üretim işlerinin kolektifleştirilmesi bordodan atılan ilk şey olmuştur.
Oysa komünist temelde bir toplumsal dönüşümün barometresi kadının toplumsal konumudur. Bu konudaki politikalar tercih meselesi değil, komünizm yolunda atılacak zorunlu adımları ifade eder. Birçok yönden çok güçlü bir roman olan Jurbinler’de bu konunun adeta görünmezleşmesi düşündürücüdür.