Türkiye’de Kadın Olmak



Tüm yollar aynı kavşakta birleşmedikçe her cılız yol kapatılır; her tek mum söndürülür ve biz daha çok Narin’ler Sıla’lar için gözyaşı döker, sosyal medyada klavye şovenizmi yapar; “Hepimiz Narin’iz!” “Hepimiz Sıla’yız!” naraları atar ama başladığımız yere geri döneriz


Sevgi Mart Göcen

Merhaba dostlar, nereden başlayıp, nasıl anlatacağımı bilemediğim bir konuyla geldim bu kez.

İyisiyle kötüsüyle dolu bu dünyadan, sadece 8 yıllığına bir Narin sadece 6 aylığına bir Sıla gelip geçti. Feryadını duyup adını öğrenebildiğimiz küçücük kızlardı Narin ve Sıla. Ama 2024 yılı başından bu yana kimi on yaşında kimi on beş kimiyse minicik bir bebek; kaç kız bir selam verip geçti bu dünyadan? İğrenç hesaplar uğruna, kendilerinin bile bilip anlayamadığı gerekçelerle. İster bir köyün kurumuş deresinde ister bir şehrin modern gökdeleninde; bu ülkede kadın olarak “Merhaba” demek dünyaya, başlı başına bir ayrımcılık sebebidir.

Aktivizm çalışmaları yürüten insanlara sorduğunuzda, “Engelli hakları için çalışıyorum”, “Kadın hakları üzerinde çalışıyorum”, “Engelli kadın hakları alanında çalışıyorum” minvalinde cevaplar alırsınız. Oysa hepsinin özünde insan vardır ve çalışılan haklar, insanın insan olarak doğmasından kaynaklanan haklardır. Hukukta bir tabir vardır; “Cenin sağ olarak doğmakla tüm haklara sahip olur” diye. Ama o cenin dünyaya “kız olarak gelme bahtsızlığına” uğrarsa, hele bir de engelli ise üstüne üslük bir de Türkiye gibi ülkelerde azınlık olarak kabul edilen bir ırktansa; işte o doğmakla sahip olacağı haklar kırpılır da kırpılır.

 Anayasa’nın her maddesinin ilk kelimesi olan “herkes” onun yaşadığı bölgeye, sahip olduğu aileye, ulaşabildiği imkanlara göre öyle eğilip bükülür ki, gün sonunda yaşam hakkı bile sorgusuz sualsiz alınır elinden. O hakka son verenler, bilmem kimin korumasında bilmem kimin akrabası kontenjanından bilmem kimin yardımıyla iğrenç hayatlarına kaldıkları yerden devam ederler. Sıla’lar bir sonraki baharı yaşayamaz; arkadaşlarıyla hayaller kuramaz; kitapların büyülü dünyasına, sinemanın, tiyatronun coşkun âlemlerine giremez. Peki suçu nedir?

En başta kadın olmak!

Bu kadın bir de engelliyse doğduğu gün “çifte bahtsızlığa” uğramıştır. Ailesi, kız olduğuna mı engelli olduğuna mı yanacaktır? Çevreden teselliler başlar; “Üzülmeyin, Allah bunu size imtihan olsun diye gönderdi. Aman sabırlı olun da ecrini kaçırmayın. Neyse, cennetin kapısını araladınız.” Ama doğan bebek bir insan. Hukuken tüm haklara sahip. Peki, onun sahip olduğu bu haklar hangi hukuk sistemince korunacak? Hangi kalkan yaşamını insanca sürdürmesini sağlayacak? Hangi bent onu gelen saldırılardan ve sel gibi akan ayrımcılıktan koruyacak? Kâğıt üstünde satır satır sayılan haklar, betonlaşmış beyinlere işlenemedikçe neye yarayacak?

Bu ülkede zihinsel engelli kadınlar, seks objesi olarak görülüp istismar edilebiliyor; hem de en yakınları yani ağabeyleri, enişteleri, amcaları, dayıları tarafından. 8 yaşında kız çocuklarına tecavüz edenler, çocuğun rızası vardı bahanesiyle serbest bırakılıyor ya da ceza indirimi alıyor. Ama kimse sormuyor, “Senin yaptığın şeyde 8 yaşında bir çocuğun nasıl rızası olabilir? Minicik bir çocuk 50-60 yaşındaki bir adama ne için rıza gösterebilir?” diye.

Hem psikolojik hem fiziksel şiddet kadına yönelikse, doğuştan itibaren normalleştiriliyor. Erkek çocuğunu insan olarak yetiştiren azınlığı bir kenara bırakırsak; başta annesi olmak üzere tüm kadınları kendi oyuncağı olarak görmek, kölesi yapmak, en ufak karşı duruşunda ise şiddete maruz bırakıp çok canı sıkılırsa da öldürmek, çok küçük yaştan itibaren erkek çocuklarına öğretilen hayat dersi hâline geliyor.

Cinsellik kadın için bir tabuyken erkek için bir övünç konusudur. Kız çocuklarının doğası gereği yaşadıkları regl dönemleri tokatla, yani hem psikolojik hem fiziksel şiddetle karşılanırken erkeğin sünnet merasimi davullu zurnalı kutlanıyor. Evlenecek kızın eline erkek eli değmemiş olması esasken; erkeğin, evlenmeden önce hevesini alıp evlendikten sonra eşine bağlı olması bekleniyor. Engelli kadın cinsiyetsiz kabul edilirken, engelli erkek toplumsal anlamda böyle bir ayrımcılığa daha az maruz kalıyor.

Özel sektörde, üretimin aksamaması için kadının doğurganlığı suç kabul ediliyor adeta. Kanunlarda hastalık olarak tanımlanıyor. Çocuk sahibi olmak istemeyen kadınlar psikolojik şiddete maruz bırakılıyor ve toplumdan dışlanıyor. Kadının kaç çocuk doğuracağı, ne zaman doğuracağı başta eşi olmak üzere başkaları tarafından belirleniyor. Bu kadın bir de engelliyse, hamile kalış sürecinden, bebeğine nasıl bakacağına, çocuğunu hangi parka götürüp ne giydireceğine kadar her şeyin sorgulanması normal kabul ediliyor. Engelli çocuğu olan anneler suçlanıyor ve o çocuğun tüm sorumluluğu annelerin üzerine bırakılıyor. 

Mesleğim gereği çok fazla engelli çocuğu olan anne ile karşılaşıyorum. Neredeyse tamamı yalnız anne. Çünkü babaların işi var, yaşamaları gereken bir hayatları var, o çocuğa bakmamalılar, anneye omuz verip sorumluluğunu üslenmemeliler; çünkü toplumun gözünde tüm suç annenin. Çünkü toplumun bakış açısı, “Aslan gibi adamın nasıl engelli çocuğu olur, kesin kadın suçludur” şeklinde oluyor. Oysa anne, mademki böyle bir çocuk getirdi dünyaya, baksın o hâlde; çünkü kadının işi olamaz, varsa da çocuğu için bıraksın; yaşaması gereken bir hayatı olamaz, varsa da çocuğu için vazgeçsin. Hadi tüm bunlara katlandı diyelim, çocuğunun ihtiyaçları için lazım olan parayı, o çocuğun babasından alabilmek için adliye koridorlarını aşındırır. Çünkü toplum onu zorlamış, suçlamış, çocuğuyla birlikte ötekileştirmiş ve kadın sosyal hayattan çekilmek zorunda bırakılmış; var olan iş hayatı sona erdirilmiştir. Ama babanın peşinde koşup üç kuruş nafaka kovalarken paragöz yaftasını da yemiştir. Çocuğunu okuluna götürebilmek için kullandığı arabasına, baba sıfatını taşıyan şahıslar tarafından el konur. Çocuğuna barınma olan evi, ‘evlilik birliği içinde alındı’ diye sattırılır. Çok insani bir ihtiyacını gidermek için çocuğunu birkaç saatliğine bir yakınına ya da arkadaşına emanet etse; ihmalkar anne diye yaftalanır. Kısacası her koldan psikolojik şiddete maruz bırakılır; üstelik ne yaşadığı ne hissettiği hiç düşünülüp değerlendirilmeden…

İşte tüm bu portrelere dur diyemeyenler, hiç utanıp sıkılmadan hiç gocunup yüksünmeden her 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü, her 3 Aralık Dünya Engelliler Günü’nü kutlarlar. Kutlayıp kokuşmuş vicdanlarını temizlediklerini, hayatını karartıp, sona erdirdikleri minicik bedenlerin günahlarından arındıklarını düşünürler. Öyle ya, bir günlüğüne de olsa kadınları, engellileri, engelli kadınları anmış, aslında var olduklarını bildiklerini ama yılın sadece bir günü hatırlamanın yeterli olduğunu anlatırlar o berbat ağızlarıyla.

Kadın, engelli, engelli kadın, azınlık, azınlık kadın, azınlık engelli kadın… bu liste uzar gider. Hepsinin özü insandır. Verilecek mücadelenin adı insan hakları mücadelesidir. İşte bu temelde birleşilmediği sürece, tüm yollar aynı kavşakta birleşmedikçe her cılız yol kapatılır; her tek mum söndürülür ve biz daha çok Narin’ler Sıla’lar için gözyaşı döker, sosyal medyada klavye şovenizmi yapar; “Hepimiz Narin’iz!” “Hepimiz Sıla’yız!” naraları atar ama başladığımız yere geri döneriz.

Ayrıca Kontrol Et

Özgür Ülke’yi de Susturamadılar Özgür Basını da!

Özgür Ülke Gazetesi’nin bombalanmasının 30. yılında İstanbul Kadırga’da bir basın açıklaması yapıldı. Dönemin başbakanı Tansu Çiller’in “bertaraf edin” direktifiyle TNT kalıpları kullanılarak bombalanan Özgür Gündem saldırısı sırasında dağıtımcı Ersin Yıldız hayatını kaybetmiş, yirmi bir çalışan da yaralanmıştı.