Burak Sarı
Soğuk bir Ankara günü. Kentin boğuculuğu, hayatın durağanlığı ve üzerimize düzenin çukurundan fışkıran pisliklerden bunalıp soluklanmak için bir yerde oturmuş sohbet ediyoruz. Zihnimiz çelişkilere, adaletsizliğe ve yabancılaşmaya takılı olduğu için sohbetimizin konusu da onlar oluyor. Yani soluklanmak istediğimizden uzaklaşmış değiliz ama yine de soluk alıyoruz.
Bir çocuk yanaşıyor yanımıza, mendil satıyor. Adını soruyoruz, yanımızdan uzaklaşıyor. Neden tedirgin oldu acaba, onu bu kadar ürkek yapan neydi? Ne olabilir, sokaklarda savunmasız olması başlı başına bir ürküntü sebebi. Ayrıca insanlık adına büyük bir suç hatta utanç. “Onlara para vermeyin, çalıştıranlar ellerinden alıyor” diyorlar. Onlara para vermek kurtarmıyor onları ama ya geri çevrildiklerinde kırılan umutları? Yine utanıyoruz, değiştiremediklerimiz için.
Sonra bir çocuk daha yanaşıyor. Ellerinde üç tane gül. Adını soruyoruz. Kaçmıyor, söylüyor adını. Henüz ilkokul öğrencisi. Evde olup annesiyle tablet, telefon kavgası verecek ya da ders çalışacak yaşta yani. Ankara’nın o insanı hareketsiz bırakan soğuğunda dışarıda.
Hep biz soracak değiliz ya, soru sırası ona geliyor, “Görmüyor mu?” diyor. Tabii oradaki özne benim. Ben de dâhil oluyorum ve görmediğimi söylüyoruz. “Neyi merak ettin, çekinmeden sorabilirsin” diyoruz. “Sevgili misiniz?” diyor. “Evet, eşiz, bir görmeyenle bir gören sevgili olamaz mı?” diyoruz. “Âşık oldun o zaman?” diyor sevgilime. Genellikle yetişkinler “Kardeş misiniz?” diye sağlamcı bir mantıkla soruyor. O ise gayet doğal bir merakla… Bu o kadar belli oluyor ki. Sohbetimiz biraz daha devam ediyor. O kadar zeki ve özgüvenli ki kocaman insanlarla ettiğim sohbetten daha doyurucu geliyor bana onun sohbeti. Kendisine göre gitme zamanı geldiğinde vedalaşıyoruz ve yanımızdan ayrılıp karşı kaldırımdaki yerine geçiyor.
Tüm duyguların içimde kabardığını hissediyorum. Sevgi, çaresizlik, umut, nefret… Sınırsız bir sevgi duyuyorum ona. Çaresiz hissediyorum içinde bulunduğu durum için. Umut doluyor içime dopdolu bir çocukla tanıştığım için ve onu o yaşama mahkûm eden koşullardan sınırsız nefret ediyorum.
Körlüğü çoğu insanla o kadar olgunca konuşamamıştım mesela. Nasıl önyargısız, nasıl çekinmeden soruyordu sorularını. Glatkov’un “Kulelerde Bayraklar” kitabı geliyor aklıma. Nasıl değerlendiriliyordu çocukların yeteneği. Niye olmasındı? Niye çocuklar çocuk kalarak, sömürülmeden yeteneklerini değerlendirmesindi?
Ahmet Kaya’nın Koparıldığı topraklarda yaşamını yitirişinin yıldönümünün ertesi günüydü o gün. Ahmet Kaya’nın toplumda bu kadar sevilmesinin nedeni, herkesin onda kendinden bir şey bulmasıdır. Fabrikadaki satılık sendika, tezgâhtar kızlar, sesi kısılmaya çalışılanlar, kendisini kentlerin çeperlerinde var etmeye çalışanlar… Hepsine kendi dilince ses olmaya çalışmıştır. Çocuk emeği sömürüsünü de unutmamıştır. O kız ile sohbetimizden sonra zihnimde dönüp duran onun sesiydi.
“Bir minik kız çocuğu
Bir minik kuş yüreği
Yollarda yalınayak
Üşür, üşür
Üşür Elleri”