Mürüvet Küçük
Rejim, her 25 Kasım’da olduğu gibi bu 25 Kasım’da da kadın düşmanlığının en uç ifadesi olan kadına yönelik şiddetin, cinayetlerin nasıl bir politik muhtevaya sahip olup bu düzenin en temel ayaklarından birini oluşturduğunu hatırlatmadan edemedi. Sadece son günlerde yaşanan birkaç örnek bile bu düşmanlığın karakterini ve dayandığı ekonomik-siyasi zemini anlamak için yeterli.
Kayyımların ilk hedeflerinden birinin kadınların dayanabileceği, kendilerini üretip bir arada olmanın gücünü hissedebilecekleri kadın kurumları ve örgütlenmeleri olduğunu biliyoruz. Batman kayyımının ilk işlerinden birinin belediyenin Kadın Spor Kompleksi’nin (Kompleksa Werzîşê Ya Jinê) tabelasını kadın ve Kürtçe tahammülsüzlüğünü ilan edercesine Batman Belediyesi Spor Kompleksi olarak değiştirmesi bile başlı başına çok şey anlatıyor. Yine Dersim Belediyesi Eşbaşkanı Birsen Orhan’a yönelik özel tutum da öyle.
Diyarbakır Valiliği’nin, Kürt Özgürlük Hareketi’nin kadınların özgürleşmesindeki emeğinin, katkılarının, birikiminin ifadesi olup bölge ve dünya kadınlarının acılarının, umut ve özlemlerinin, direnme-özgürleşme istemlerinin billurlaştığı bir slogana dönüşen “Jin, jiyan, azadî!” sloganını yasaklaması tüm bu düşmanlığın üst başlığı niteliğini kazandı. Sisteme karşı mücadelenin en üst biçimi olan örgütlü kadın mücadelesine, onun ezilen bir halkın kadınlarınca omuzlanmış haline ve bu halin sınırları aşıp evrensel bir nitelik kazanmasına duyulan düşmanlığın ezeli ve baki bir nitelik kazandığının altını çizen bir tutum oldu bu.
Bu tutumlara İstanbul Valiliği’nin Taksim Tünel’de yapılacak 25 Kasım buluşmasına getirdiği yasak eklendi. Yasak gerekçesi yine örgütlü kadın gücünü terörist-bölücü ilan etmek oldu.
Sistem ve onun şu andaki siyasi bekçiliğini yapan rejim, kendi doğasına uygun hareket ediyor. Birikmiş kriz dinamiklerini kadın düşmanlığını kışkırtarak, LGBTİ+’ları hedefe çakarak, mültecileri günah keçisi ilan ederek hatta hayvanları bile toplumsal kutuplaşma ve ideolojik ayrışmanın aracı haline getirerek yönetmek benzer rejimlerin bu yıkım çağındaki kolektif tutumu değil mi?
Hal böyleyken örgütlü kadın gücünün kendisi açısından nasıl bir dinamit olduğunu bilmekten beslenen saldırganlığın en uç biçimlerle dile gelmesi kaçınılmazlaşıyor.
25 Kasım’ın atfedildiği “Kelebekler” karşısında faşist cuntanın tutumu bugünün güncelliği içinde farklı biçimler ama değişmeyen özle tekrarlanıyor. Kelebekler, bir avuç kadının her türlü ataerkil boyunduruğu, mülkiyet ilişkisini, toplumsal cinsiyet rollerini yerle bir ettikleri, faşist tahakküm karşısında canları dahil her şeylerini ortaya koyan güçlü bir mücadele bilinci ve ruhunu temsil ettikleri için en aşağılık biçimlerin kullanılmasıyla katledildiler. Faşizme karşı mücadele ve başka bir dünya kurma özlem ve iradesinin cisimleştiği kadınlardı onlar. Tüm sistem bağlarından özgürleşmeleri ve mücadeleyi örgütlemek için canlarını dahi ortaya koymaları da bu kaynaktan besleniyordu. Onların temsil ettikleri o kaynak ve hakikat tarih boyunca başka kadınlar tarafından taşındı, üretildi, üretilmeye de devam ediyor; sistemin düşmanlığı da öyle… Mirabal Kardeşler’in ruhunu gördükleri yerde saldırganlaşan sistem ve onun en uç bekçiliğini yapan faşist rejimler her dönem ve her yerde aynı tutumları yinelemeye devam ediyorlar.
Onu bırakalım, bugün sistemin dayattığı makbul kadın rolünün dışına çıkan, onun temel dayanaklarından biri olan aile kurumunun yaşadığı sarsıntıyı pekiştiren tüm kadınlar hedeftedir. Eski konumlarını kriz ve yıkımla birlikte kaybeden erkeklerin aile içindeki reislik rolü sarsılıyor. O sarsıldıkça bunun failinin sömürü sistemi olduğunun görülmemesi için erkeklik bizzat sistem tarafından kışkırtılıyor. Bu büyük toplumsal çözülme içinde şu ya da bu biçimde hayatları üzerinde söz söylemeye başlayan, erkekliği ve aile içindeki rollerini sorgulayan kadınlar, kışkırtılan o düşmanlıkla ataerkinin dolaysız taşıyıcısı olan erkeklerin hedefi haline getiriliyor. Erkek, krize giren erkekliği içinden kadına tetik çekerken o tetiği aynı zamanda bu düzenin bekası için de çekmiş oluyor.
Kadınların engellenemeyen kadın hareketinin şu ya da bu düzeyde yörüngesine girmesi, ondan esinlenmesiyse sistem ve siyasi temsilcileri açısından tahammül edilmez bir durum haline dönüşüyor. Büyük kadın kitlelerini, yön arayan tek tek kadınları o hareketin uzağına düşürmek için de elinden geleni yapıyor.
Çünkü bunun hangi sonuçları yaratabileceğini, kendisi için nasıl bir tehlike taşıdığını çok iyi biliyor.
Fakat ne yaparsa yapsın. Dünyanın bütün kadınlarının bir sloganda birleştiği bu koşullarda akan nehrin önüne barikat kurması, zor ve baskıyla onu ortadan kaldırması mümkün değildir. Tarih de tanıktır ki, özgürlük çığlığını hele ki ezilenin de ezileni olan kadınların doğruluşunu hiçbir baskı ve zorbalık ortadan kaldıramaz, yok edemez!
Mirabal Kardeşler ve mücadelede ölümsüzleşen tüm kadınların ruhundaki bu hakikat, idealleriyle buluşuncaya kadar böyle akıp gidecektir…