Burak Sarı
Bazen hayat koca bir “mış gibi yapma” faaliyeti gibi geliyor bana. “Mış gibi yapmak mı?” Bunu tüm ötekileştirilenler bilir.
Adları gibi bilir, hatta adlarından önce ezberler. Çünkü egemenlik ilişkisinde, ezilenin payına susmakla birlikte en çok “mış gibi yapmak” düşer. Aradaki fark şudur: Susmak, egemenin talebiyken “mış gibi yapmak” genelde “ötekinin” mecburi ya da iradi tercihi olur. Bu da egemen olanın işine gelir çünkü karşısındakini kendine benzeterek haksız konumunu sağlamlaştırır.
Oysa “öteki” için “mış gibi yapmak” birçok farklı anlama gelir. Bazen bir korunma ihtiyacıdır. Çünkü bilir ki “mış gibi” yaptığında farklılığı ortaya çıkmaz ve herhangi bir tehlikeye maruz kalma ihtimali azalır. Bu kendini koruma durumu yalnızca fiziksel anlamda değildir.
Irkçılık, sağlamcılık, LGBTİ+ fobi gibi ayrımcı akımlar, doğaları gereği sürekli hedef aldıkları kesimleri çeşitli şekillerde rahatsız eder ve bundan keyif alırlar.
Bu, onların ezik egolarını tatmin eder. Kendilerini daha üstün hissetmenin tadını çıkarmak için muhataplarına rahatsızlık verecek eylemlerde bulunurlar. Sonra aldıkları tepkiyi kabullenemez, olanca çirkefliklerini kusarlar ya da “yüce gönüllülük” göstererek susarlar. “Bu da büyüklük bende kalsın” duygusuyla bir tatmin yöntemi bulurlar.
Çoğu zamanda “şaka yapmışlardır” ama biz anlamamışızdır. Çünkü “özel durumumuzdan kaynaklı kompleksliyizdir.” Hem onlar bilmiyor ki…
Geçen gün bir arkadaşım, iş arkadaşı tarafından böyle bir sağlamcılığa maruz kaldığını anlattı. Kendisini tetikleyebilecek belli söylemleri sürekli tekrarladığını, rahatsız olduğunu belirttiği halde buna devam ettiğini ve bunu gün boyu sürdürdüğünü söyledi. Belki ender bir davranış olarak değerlendirilecek bu. Hayır, değil.
Çünkü bu tür ayrımcı ideolojiler bu davranış biçimlerini sürekli besler. Mesela sıradan bir yetişkin sağlamcı, 15 dakika boyunca bir köre dokunup geri çekilerek onun kendisini tanımasını bekleyebilir.
Evet, garip geliyor ama bundan haz alan milyonlarca insan var ve bu insanlar sizin yabancınız olmak zorunda da değil. Herkes bunu yapabilir ve bunun kötü bir şey olduğunun farkına bile varmaz.
“Bozuk düzen sağlam çark”
Zaten sağlamcılık dediğimiz şey tam da budur. Yaşam koşullarını eşitsiz kılar. Her şeyi kendine göre dizayn eder. Yaşamı bile kendine göre şekillendirir. Sonra dayanışma ilişkileri sıklaşmak zorunda kalır.
Belki bazı yönler değişmez. Sonunda, dayanışmanın aslında “yardım” olduğu çeşitli söylem ve davranışlardan anlaşılır. Yani yine Pir Sultan haklı çıkar: “Bozuk düzende sağlam çark olmaz.”
Severler bu iki sözü: Farkındalık, savunuculuk
Biz de bu çelişkiler içerisinde “mış gibi yaparak” mutlu bir günü geçiririz çoğu zaman. Çünkü kanıksanmış sağlamcılığın bir sonucu olarak “normal” olana benzersek bir ağırlığımız olur diye düşünürüz.
Oysa kendimiz olmaktan vazgeçerek o ağırlığı önce kendi sırtımızdan atmışızdır. Halbuki o ağırlık, bizi istemediğimiz yönlere savrulmaktan alıkoyan şeydir.
O ağırlığı korumalıyız ki sağlamcılığa karşı konumumuzu koruyalım. Yoksa bizim adımıza konuşmayı en temel görevi sayar sağlamcılar. Hatta bizim için “farkındalık günü” bile icat etmişlerdir. Severler “farkındalık, savunuculuk” gibi süslü lafları.
Özellikle fon ve hibe kültürünün her mücadelenin aracı haline geldiği şu garip günlerde kimsenin dilinden düşmez bu “sevgili” kavramlar. Birileri mecbur kaldığı için bu kavramlara ihtiyaç duyar, birilerininse varoluş sebebidir bunlar. Sonuçta mücadelenin sınırı da sağlamcıların elindeki kalemle çizilir. Kalenin yerini onlar belirler yani. Ancak bunu tersine çevirmek oldukça mümkündür.
Bizim için farkındalık günleri düzenleyip kendileri konuşarak kendileri farkında olurlar. Yaşamın her alanını erişilmez kılarak engel yaratan yetkililer, nutuklar atar. İşyerinde mobing uygulayanlar o gün “engelli dostu” kesilir. Okulda akran zorbalığına göz yumanlar, engellilik konusunda “duyarlılık” nutukları çeker.
En temel erişilebilirlik koşullarını yerine getiremeyen belediye başkanları tavuk döner ve baston dağıtıp “romantik” bir 3 Aralık konuşması yapar. Kanıksanmış sağlamcılar ise belediyelerden aldıkları küçük yardımların coşkusuyla elleri kızarana kadar alkışlar. Zaten kanıksanmış sağlamcıların en temel özelliğidir bu.
Sağlamcıların diliyle konuşur, onların zihniyle düşünürler. Antik Yunan’da farklı bölgelerden gelen kölelerin yan yana konma uygulaması gelir hep aklıma.
Birbirlerinin dilini anlamadıkları için egemen dili konuşmak zorunda kalırlardı. Bu da ona benziyor. Kendi gerçekliği üzerinden düşünme yetisi kazanılana kadar, hükmedenin beyniyle düşünülüyor. İşte her şeyi değiştirecek nokta da burası. Kendimiz gibi düşündüğümüzde ve gerektiği gibi hareket ettiğimizde her günü kazanmış olacağız.
Böylece çok yakındığımız “farkındalık günleri” de ortadan kalkacak. Sadece düşünmek, konuşmak ve hareket etmek.
Düşünmek, konuşmak, yazmak deyince yüzünüze konan o karamsar gülümsemeyi hissediyorum ama olsun. Hasan Hüseyin’i dinlemekte fayda var: “Korka korka yaşamak ne?”